31 Mayıs 2012 Perşembe

AdanaDemirSpor Bank Asya 1.Lige Yükseldi.


Bugün Adanademirspor ile Fethiyespor arasında oynanan Spor Toto 2. Lig Yükselme Play-Off final maçında Adanademirspor , Fethiyespor'u 2-1 yenerek Bank Asya 1. Lige yükselmeyi başardı. Geçtiğimiz günlerde aynı heyecanı Adanaspor'un Kasımpaşa ile mücadele ettiği , Süper Lige yükselme playy-off maçındada yaşamıştık ancak Adanaspor ile sevinememiş uzatmaların ikinci yarınsın da bir gol yiyerek 3-2 yenilmiş ve Bank Asya 1. ligde kalmıştı. Bu da demek oluyor ki Adanaspor ile Adanademirspor önümüzdeki sezon aynı ligde mücadele edecekler. Kim bilir belki de önümüzde ki sezon Adanaspor ile Adanademirspor elele süper lige yükselirler. Olmaz diye bir şey yok , olur mu olur :)
Temennim şudur ki daha önceki yıllarda , Adanaspor ile Adanademirspor arasında oynanan güneyin derbisi olarak lanse edilen maçlarda aynı şehrin taraftarları birbirlerini kırıp geçiriyorlardı. İnşallah bu yeni ligde , bu yeni  sezonda eski cahillerin mantığıyla hareket etmezler de kardeş kardeş güzel bir lig geçiririz... İnşallah bir sonraki sezon en azından bir Adana takımını süper lige yükseltiriz...

Fethiyespor'a final maçında verdikleri mücadele için tebrik ederim...

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Nevid Müsmir Kimdir?


Nevid Müsmir Tebrizli bir Azeri sanatçıdır. Bağlama konusunda ki ustalığı sayesinde seslendirdiği eserler gün geçtikçe dünya da dikkat çekmeye ve dinlenmeye başlamıştır. Türkiye'de de bir çok Halk Müziği sanatçısı ile ortak çalışmalara imza atmıştır. Biyografisi hakkında detaylı bilgiye ulaşamamış olmanın verdiği hüzünle , hala kaç yaşında olduğunu bilmediğim bu adamın şarkılarını büyük bir zevkle dinliyorum. Özellikle size dinlemenizi tavsiye edeceğim şarkısı '' Tanrı sesi sözden evvel yarattı'' isimli şarkısıdır. Müziğiyle , ritmiyle , sözleriyle çok beğendiğim bu şarkıyı dinleyin , sözlerin bir okuyun. Eminim çok beğeneceksiniz.

Sanatçının facebook sayfası şudur : https://www.facebook.com/pages/Nevid-Musmir-Navid-Mosmer/171065659616531?sk=wall

Sözleri ;
Tanrı Sesi Sözden Evvel Yarattı.
Tanrı sesi sözden evvel yaratdı,
Tebi`etin yağışı ses, qarı ses.
Sel kükredi, çay gürledi, su daşdı,
Derelerin qazancı ses barı ses.

Ses ucaldı hevesinde insanın,
Ses qaynadı nefesinde insanın,
Neler yoxdu lehcesinde insanın,
Kamanı ses, qavalı ses, tarı ses.

Sevgi dedim dodaq esdi dil esdi,
Gözellerin gerdeninde tel esdi,
Qarlı dağdan göy çimene yel esdi,
Ses eyledi kepenek ses arı ses.

Sesin varsa, bil kişisen bil ersen,
sessizlerin göz yaşını silirsen,
“Zelim xanı taniyanda bilirsen,
Yarı sazdır, yarı sözdür, yarı ses.

söz: Zelimxan Yaqub, (qoşma)
beste: Nevid Musmir,

29 Mayıs 2012 Salı

Ülkücü Yazarlar Birliği



Bu websitesi Facebook ortamında oluşturulan Ülkücü Yazarlar Birliği ( ÜLKÜ ~ YAZ ) grubu üyesi “ülkücü yazar”ların fikir birikimleri, kendi yazıları ve “ülkücü gelenek” çerçevesinde belirleyici rol oynamış bazı temel metinlerin paylaşılması için oluşturulmuştur.




El birliği ve gönül seferberliği ile güç katılacak bu paylaşımlar ile  süreç içerisinde internet dünyasındaki ülkücü varoluşun kaliteli adreslerinden birisi niteliğini kazanacağı ve Türk-Pedia ismini hak edecek bir başvuru kaynağı haline geleceği muhakkaktır.

Ülkücü Yazarlar Birliği ( ÜLKÜ ~ YAZ ) Facebook  grubu oluşturulurken yayınlanan şu mesajı buradan da duyurmak yararlı olacaktır:


“Ülküdaşlık hukukuna ve şahsiyet korumacılığına hürmetimiz bakidir. Ancak, klasik “Zât-ı âlileri en iyisini bilir” edebiyatı ile kaybedecek vaktimiz olmasa gerek.. Bunun için sadece tek bir şeye, Türk cesaretine ihtiyaç vardır. Bizans’tan aldığımız kötü huyları geri verecek, Türkistan’dan getirdiğimiz zaafları tımar edecek, Orhun’un kaynağından aldığımız ezel guslünü, kelime-i tevhid ve amentümüzle ebedileştireceğiz.

Hem Türklük lazımdır bize bir dananın boynundaki turkuvaz boncuğa varıncaya kadar; hem de şanlı zaferlerin nazlı İslamına muhtacız, bütün tesbih tanelerince…

İmanı, takvayı, fikir farklılıklarını, özel hayatı, zevkleri ve renkleri sorgulamak bizim işimiz olmamalıdır.

Yaşanmış, denenmiştir: Ülkücülük, o kadar güçlü bir enerjidir ki; geçmişte pek çok kez ölüm korkusunu, istikbal kaygısını yenebilmiştir. Doğru yürüdüğümüz takdirde, aramızdaki bütün farklılıklar, zafer tablosunun en güzel renklerine dönüşecektir.

Zor olan şahsiyet sahibi insanların irade eyleyip; -büyüklerimizin sözüyle- “ben”den “biz”e ulaşabilmektir. Ne kadar tefrika, o kadar mağlubiyet… Ne kadar birlik o kadar zafer.

Artık zafer için bir şeyler yapmanın zamanıdır. Benliğini aşabilen insanlar için “zor” diye bir şey yoktur.”



ÜLKÜ ~ YAZ

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Herşeyi Yumuşatan Yumuşatıcı!


Güzel, enteresan, yaratıcı veya yenilikçi reklam kampanyalarına (özellikle de yazılı basında) rastlanmıyor artık eskisi kadar. Ama Grey Ajans tarafından Lenor yumuşatıcı için hazırlanmış olduğunu öğrendiğim bu posterler zeka kokuyor, Bigumigu ‘dan fırlamış gibi çıktılar karşıma. Yırtıcı bir ayıyı bile yumuşatan bir yumuşatıcı; bundan daha yumuşak ne olabilir ? Grafik çalışmalarına göz atınız...







Aradığınız Emlak Hurriyetemlak.com'da!


Emlağa dair her şeyi tek çatı altında buluşturan www.hurriyetemlak.com, çok seçenekli güncel ve detaylı ilanlarıyla, gelişmiş arama özellikleri ve kullanıcı dostu tasarımıyla, sektöre dair güncel haberleri ve istatistiki bilgileriyle, tam anlamıyla emlak sektörünün nabzını tutuyor.

Satılık ve kiralık daireler, ofisler, iş yerleri ve tüm konut projelerini bulabileceğiniz www.hurriyetemlak.com, sunduğu çok sayıda seçenekle size aradığınız emlağı mutlaka bulma olanağı sağlıyor.

İlanlarda okul, hastane, restoran, alışveriş merkezi gibi çevre bilgilerine ulaşabiliyorsunuz. Video desteğiyle gayrimenkulü içindeymişcesine izleyebiliyorsunuz. Baktığınız evin ya da iş yerinin net konumunu harita üzerinde görebiliyorsunuz.

Bu kadar kolaylık ve çok seçenek varken www.hurriyetemlak.com’da, aradığınız emlağı ya da emlağınızın talibini bulmanız an meselesi!

Bir bumads advertorial içeriğidir.

19 Mayıs 2012 Cumartesi

''Bugün Günlerden Türk'' Projesi


''Bugün Günlerden Türk'' isimli projem ile amacım ve gayem şudur; ''Günlük olayları sergilemektir. Türk Milletini yakından ilgilendiren , dini ve milli günleri insanlara hatırlatmayı amaçlayan  İslam Dini'nin ve Türk Milletinin menfaatleri gözeterek yayın hayatına devam etmektedir. Bir süre sonra Ülkücü Müslüman Türk için bir kronoloji görevini üstlenecek olan sitemizin vatana,millete,dine ve devlete faydalı olmasını diliyorum.



Buraya Tıklayarak Sitemize ulaşabilirsiniz.


Mübarek 3 Aylar Başlıyor...


İçinde bulunduğumuz Mayıs ayının 21'i gecesi Mübarek üç aylar başlıyor. Bu mübarek üç ayların bir çok fazileti ve kendini bilen mümin için çok fazla kazancı vardır.Bu üç aylar , Recep,Şaban ve Ramazan'dır. Recep ve Şaban , Ramazan ayına hazırlıktır. Ramazan tüm ayların efendisi , en faziletlisidir. Ramazanın feyzine,bereketine ve mükafaatına nail olabilmek için Recep ve Şaban ayından hazırlık yapmaya başlamak gerekir.

Resulullah efendimiz, Receb ayına çok değer verir ve "Ya Rabbi, Receb ve Şabanı bizler için mübarek kıl ve bizi Ramazana eriştir" diye dua ederdi.
Bu günlerde müminler, birbirleri ile tebrikleşmeli, birbirlerini yemeklere çağırmalı, çocuklar sevindirilmeli, fakirlerin gönlü alınmalı, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçları giderilmeli, anne-babanın, masum ihtiyarların duaları alınmalı, hasılı bu aylar daha canlı ve daha verimli yaşanmalıdır.

3 Aylar nasıl değerlendirilmelidir?

1. Bol bol Kur’ân-ı Kerim okuyalım.

2. Peygamber Efendimiz (sas)’in şefaatini ümit ederek, O’na salât ü selâmlar getirelim.

3. Kaza veya nafile namazlar kılalım.

4. Dünyaya gönderiliş amacımızı ve gidişatımızı düşünerek tefekkürde bulunalım.

5. İşlediğimiz günahlar için bu bereketli günlerin yüzü suyu hürmetine samimi ve gönlümüzden gele gele tevbe ve istiğfarda bulunalım.

6. Bir dua listesi oluşturarak sevdiğimiz insanlara bol bol dua edelim.

7. Geceleri değerlendirerek haftanın belirli günlerinde teheccüd namazı kılalım.

8. Bu günlerde Allah Resulü’nün diğer günlere nazaran daha çok oruç tuttuğunu ve devamlı hayır yapma peşinde olduğunu görüyoruz. Biz de tutabildiğimiz kadar oruç tutmalı ve elimizdeki imkanlar nispetinde muhtaç olan insanlara maddi yardımlarda bulunarak onları sevindirmeliyiz.

9. Tövbe edelim. İşlediğimiz her günah için bu mübarek ayları tövbe ederek geçirelim...

Vural Egemen Sarıgöz

18 Mayıs 2012 Cuma

Tasavvuf İnsanlığa Ne Vaat Ediyor?



Dün olduğu gibi bugün de tasavvuf İslâm’ın yayılmasında en önemli rolü oynamaktadır. Peki tasavvufa olan bu ilgi nereden geliyor? İnsanlar bu maneviyat yoluna neden koşuyorlar? Tasavvuf insanların hayatında nasıl bir rol oynuyor? Bugün hayatımıza ne katmaktadır?Daha yalın bir şekilde soracak olursak: Tasavvufun, her tür refah ve maddi imkana sahip olan modern insana sunabileceği bir şey var mı?

İnsanlığa bir rahmet ve hidayet olarak gelen din-i mübin-i İslâm’ın en güzel ve nezih ifadesi olan tasavvuf, nesiller boyunca insanlığa imanın, ihlâsın ve takvanın lezzetini tattırmış; onların kâmil insanlar olmasını sağlamıştır. Bir irşad ve ahlâk yolu olarak tasavvuf aynı zamanda İslâm kültür ve medeniyetinin gelişmesine ve yayılmasına çok büyük katkılarda bulunmuştur. Tasavvuf düşüncesini ve tekke geleneğini göz ardı ederek İslâm tarihini ele almak mümkün değildir.
Tasavvuf ve insan tabiatı
İster fakr u zaruret, isterse de zenginlik içinde olsun, tasavvufun davet ettiği ahlâk ve irfan yolunun bütün insanlara sunduğu büyük nimetler vardır. Zira tasavvufun özü olan manevi terbiye, insanın varlığını tamamlar ve onun aslındaki cevheri ortaya çıkartır. Bu asıldan uzak kalan insan, insan olamaz; olsa olsa beşer mertebesinde kalır.
Tasavvufun cazibesi ve cezbesi, onun aslî tanımından ve misyonundan kaynaklanmaktadır. Zira tasavvufun amacı insanın yaradılış gayesine uygun bir hayat sürmesidir. İnsan zahirde maddi, özünde manevi bir varlıktır ve bu yüzden akıl ve ruh, insanın özünü oluşturur. Akıl, ahlâk ve maneviyat boyutu olmayan insan, ancak “beşer” olabilir. Yani hayvanî özelliklerinden kurtulamamış, varlığın alt mertebelerinde kalmış bir varlık olabilir.
Aklını ve ruhunu arzu ve heveslerine feda eden bir insan “eşref-i mahlukat” olamaz. O ancak Kur’an’ın ifadesiyle “esfel-i safilîn” yani “alçakların en alçağı” mertebesinde yaşayan bir varlık olur. Halbuki insanın yeryüzündeki amacı, hayvanî özelliklerinin üzerine çıkarak varlık alemi içinde ait olduğu mertebeye ulaşmaktır.
Tasavvuf işte insanın bu manevi yönüne odaklanır. Onun ahlâkî ve manevi melekelerini geliştirmeyi hedefler. Onu beşeriyetten insan makamına, sıradan bir insan olmaktan insan-ı kâmil mertebesine yükseltmeye çalışır. Tasavvuf bunu yaparken insanın fıtratını dikkate alır. Her bireyin ihtiyaçlarının farklı olduğunu bilir ve her bir nefs, her bir ruh ile ayrı ayrı ilgilenir.
Bu noktada tasavvufun en güzel tanımı, Hz. Peygamber Efendimiz’in “ihsan hadisi”nde yapılmaktadır. Tasavvufun tarihi rolünü ve bugün hayatımızdaki anlamını kavramak açısından da bu hadis bize kılavuzluk etmektedir.
İslâm’ı ihsan makamında yaşamak
Müslim, Nesaî, Ebu Davud, Tirmizî ve İbn Mâce’nin Ebu Hüreyre r.a.’den aktardığı hadise göre bir gün Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz bir yerde oturuyordu. Yanına biri gelip ona;
– İman nedir, diye sordu. Efendimiz:
– İman; Allah’a, Meleklerine, Allah’a kavuşmaya, peygamberlerine ve öldükten sonra dirilmeye inanmaktır, cevabını verdi. O kişi:
– İslâm nedir, diye sordu. Efendimiz s.a.v:
– İslâm; Allah’a ibadet edip hiçbir şeyi O’na ortak koşmamak, namazı ikame ve zekâtı eda etmek, Ramazanda da oruç tutmaktır, dedi. Sonra o kişi:
– Peki ihsan nedir, diye sordu. Efendimiz:
– Allah’a sanki görüyormuş gibi ibadet etmendir. Eğer sen Allah’ı görmüyorsan da şüphesiz O seni görmektedir, buyurdu.
Bu kişinin soruları ve rahat tavrı karşısında şaşkınlık içinde kalan sahabeye dönen Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz;
– Bu kişi Cibril idi. Size dininizi öğretmeye geldi, buyurdu.
Bu hadis, “iman”, “İslâm” ve “ihsan” kelimelerini hiç bir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde tanımlamaktadır. Buna göre iman, Kur’an ve Sünnet’te emredilen temel inanç konularına tam manasıyla iman etmektir. Yani insanın sahip olması gereken inanç esaslarını açık seçik ortaya koyarak doğru akideye sahip olmaktır.
İslâm, her müslümanın mükellef olduğu ibadet şartlarını yerine getirmektir. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi, mümin ve müslüman kişiyi Allah’a yaklaştıran ibadetleri insanın kudreti ölçüsünde kâmilen yapmasıdır.
İhsan ise, iman ve İslâmı adeta Cenab-ı Hakk’ı her an görüyormuş gibi yaşamaktır. Yani her an Yüce Yaratıcı’nın huzurundaymışız gibi davranmak, hissetmek ve yaşamaktır.
Biz farkında olmasak da her zaman mutlak kudret ve bilgi sahibi Cenab-ı Hakk’ın huzurundayız. Zira bizi yaratan ve her an nefes veren Yaratıcı’dan bir an bile uzak kalmamız, O’ndan uzaklaşmamız, kaçmamız mümkün değildir.
Nefsine yenik düşen, dünyaya bel bağlayan insan bu gerçeği unutabilir. Kendisini bağımsız, kudret sahibi ve hesap sorulmaz bir varlık zannedebilir. Hatta Firavun örneğinde olduğu gibi kendine -hâşâ- birtakım ilahi vasıflar bile atfedebilir.
Oysa Kur’an’ın veciz ifadesiyle insan “Rabbine fakirdir.” Yani bütün varlığını, aklını, malını mülkünü, ilmini, aldığı her nefesi Mutlak Yaratıcı’ya borçludur. Din, bize bu en temel hakikati sürekli hatırlatmak için vardır. İbadetlerin amacı, Cenab-ı Hak ile olan bağımızı ve rabıtamızı her an taze tutmak; bizim “fakir”, Rabbimizin “gani” yani zengin ve münezzeh olduğunu her daim hatırlatmaktır.
İşte İslâmın ihsan makamında yaşanması da budur. Tasavvufun amacı, bizleri iman ve İslâm’ın nimetleriyle beraber ihsan makamına çıkartmaktır. Tasavvuf, İslâm’ı ihsan makamında yaşamaktır.
Bu yüzden tasavvuf; iman, ahlâk ve maneviyat arasında mükemmel bir irtibat kurar ve insan oluşumuzun manasını burada aramamız gerektiğini söyler. Fakat bu sadece bireyin zihninde cereyan eden, kişisel bir konu değildir. İhsan makamında bir hayat, insanın tutum ve davranışlarına, amellerine, ilişkilerine, her şeyine yansır. Zaten zahirde karşılığı olmayan bir ahlâk ve maneviyattan bahsetmek mümkün değildir. Bu yüzden eskiler “sirette ne varsa, surette de o vardır” demişlerdir.
Tasavvuf ve İslâm medeniyeti
Tasavvufun öngördüğü ahlâk ve yaşam biçimi, İslâm medeniyetine yön vermiş, onun kurucu unsurlarından biri haline gelmiştir. Düşünce, sanat, bilim, kültür, mimari, sosyal yaşam ve iktisat alanında maneviyat mürşitleri tarihî roller oynamış ve İslâm medeniyetinin evrensel bir kimlik kazanmasına katkıda bulunmuşlardır.
Örneğin İslâm estetiğini tasavvuf geleneğini yok sayarak ele almak mümkün değildir. Tasavvuf, güzeli keşfetme ve güzel yaşama sanatıdır. İslâm estetiği de bu güzellik tasavvuru etrafında şekillenmiştir. Zira İslâm estetiğinin en temel ilkesini Hz. Peygamber Efendimiz şu hadisinde çarpıcı bir şekilde ifade etmiştir: “Allah güzeldir ve güzeli sever.”
Bu güzellik ideali, hem tasavvufun hem de İslâm kültür ve medeniyetinin merkezinde yer alır. Bu yüzdendir ki müslüman toplumlar kurdukları bütün şehirleri, inşa ettikleri bütün yapıları belli bir estetik ve güzellik tasavvuruna göre ortaya koymuşlardır.
İslâm medeniyetinin şaheserleri olan Emeviyye, Selimiye, Süleymaniye, Sultan Ahmed ve Karaviyyin camileri, Endülüs’teki el-Hamra sarayı, ayrıca rasathaneler, kütüphaneler, tekke ve zaviyeler, bir irşad, sanat ve kültür merkezi olarak görev yapan Mevlevîhaneler ve daha onlarca türde eser, İslâm estetik anlayışına göre şekillenmiştir. Bu eserler, aynı zamanda tasavvuf geleneğinin geliştirdiği estetik anlayışından beslenmiştir.
Aynı şekilde şiir, hikâye, hat, ebru, tezhib ve musiki gibi sanat dallarının gelişmesinde tasavvuf çok önemli bir rol oynamıştır. Bu sanat eserlerinin amacı “sanat için sanat” yapmak değil, insanı güzellik ve erdem ile yani ihsan sayesinde kemale ulaştırmaktır.
Tasavvuf aynı zamanda ahlâk ve maneviyata, adalet ve paylaşıma, erdem ve saygıya dayalı bir toplum düzeninin kurulmasında ve yaşatılmasında etkin bir yere sahip olmuştur. Farklılıkları bir rahmet ve zenginlik olarak gören tasavvuf kültürü, toplumsal ve kültürel çeşitliliği barış ve huzur içinde yaşamanın bir unsuru haline getirmiştir.
Aynı şekilde tasavvuf iktisadi hayatta da önemli roller oynamıştır. Osmanlı döneminde Ahî ve Fütüvvet teşkilatları dervişler tarafından kurulmuş ve yaşatılmıştır. Böylece hayatın, ticaretin, maddi alışverişin içinde de ahlâk ve maneviyatın yaşanabileceğini göstermişlerdir.
Bütün bu hususlar, tasavvufun gerçek bir denge ve itidal yolu olduğunu, ne dünyayı ne de ahireti ihmal etmek anlamına gelmediğini teyit etmektedir. Fıtrat yolu olan İslâm, insanın maddi ve manevi huzuru için en doğru ve hayırlı yoldur. Tasavvuf bu gerçeği evrensel bir ilke haline getirmiş ve hayatın her alanına uyarlamıştır.
Günümüzde Tasavvuf
Tasavvufun dün olduğu gibi bugün de temel cazibesi buradan gelmektedir. Yüzyıllar boyunca tasavvuf büyükleri ve dervişler, İslâm’ı dünyanın dört bir tarafına barış ve irşad yoluyla yaymışlardır. Kimseyi zorlamadan, hileye başvurmadan, tatlı dille ve ikna yoluyla, gönülleri kazanarak insanları doğru yola davet etmişlerdir. Afrika’dan Orta Asya’ya, Balkanlar’dan Endonezya’ya kadar İslâm coğrafyasının farklı bölgelerinde milyonlarca insan İslâm ile maneviyat mürşitleri sayesinde şerefyâb olmuşlardır.
Tasavvuf bu misyonunu bugün de icra etmeye devam etmektedir. Dünyamızın giderek maddileştiği, maneviyat pınarlarının kuruduğu bir çağda, tasavvufun ahlâk, erdem ve ihsan mesajı daha da önemli hale gelmektedir.
Maddi zenginlik ve refahta en ileri noktaya gelen toplumlar büyük bir manevi açlık içinde bulunmaktadır. Zira maddi zevk insanı bir noktaya kadar mutlu edebilir. “Ben kimim?”, “Hayatımın gayesi nedir?” gibi temel sorular, insanın karşısına her yerde çıkmaktadır. Bu soruya tatmin edici bir cevap veremediğinizde hayatımızın anlamı ortadan kalkar. İstikameti, manevi hazzı, neşvesi, heyecanı olmayan bir hayat yaşamaya başlarız.
Fakat insan akleden, düşünen bir varlık olduğu için anlamsız bir hayat yaşayamaz. Hayatını anlamlandırmak için mutlaka bir yerlere tutunması gerekir. Eğer elinde doğru bir kılavuz yoksa, yanlış yollara sapar; sahte tanrılardan medet umar. Lakin bu, insanın şerefine yakışır bir durum değildir. Allah’ın verdiği aklı ve vicdanı doğru kullanamayıp doğru yoldan sapan bir insan, her şeyden önce kendi varlığını ve değerini ayaklar altına almış demektir.
Tasavvuf hem geleneksel toplumlara hem de modern insana hitap edebilmektedir. Zira o, geleneği canlı bir şekilde yaşatmakta ve varlığımıza ilişkin temel sorulara ikna edici cevaplar vermektedir. Bu sorulara tatmin edici cevaplar veremese, bugün tasavvufun milyonlarca müntesibi olmazdı.
Bugün İbn Arabi ve Mevlâna k.s. gibi tasavvuf yolunun büyük mürşitleri sadece İslâm dünyasında değil, Batıda da bilinmekte, eserleri okunmakta, hayatları incelenmektedir. Bir Amerikalı, bir Fransız, bir Japon Hz. Mevlâna’da ne bulur? İbn Arabi’den ne almak ister? Yunus Emre’yi anlayabilir mi? Gazalî’den feyiz alabilir mi?
Evet alabilir. Zaten almaktadırlar da. Çünkü insanın maneviyat arayışı evrenseldir. Yer, zaman, ülke, cins, ırk, dil, kültür dinlemez. Arayan ile aradığı şey buluştuğunda, her tür sınır, her çeşit engel aşılır.
Tasavvuf ve Müslüman toplumlar
Tasavvuf bugün İslâm toplumları için de bir irşad ve ıslah yoludur. Kabul edelim ki İslâm dünyasının siyasî, ekonomik, sosyal pek çok sorunları var. Yüzyıl öncesine kıyasla İslâm ümmeti yavaş yavaş ayağa kalkmakta ve yeni bir uyanışın işaretlerini vermektedir.
Fakat daha almamız gereken çok mesafe, çözmemiz gereken çok mesele var. İslâm’ın izzet ve şerefini korumak ve yüceltmek için atmamız gereken adımlar var.
Şimdi bu adımları nasıl atacağız? İslâm toplumlarında barış ve huzuru nasıl tesis edeceğiz?
Bunları siyasî ve toplumsal mühendislik meseleleri olarak görmek büyük bir hatadır. Bu sorunların halli toplumsal mühendislik yahut daha fazla zenginlik ve refahtan geçseydi, ileri sanayi toplumlarının hiçbir sorunu olmazdı.
Bunlar, temelde ahlâklı ve erdemli insan yetiştirmekle üstesinden gelinecek sorunlardır. Tasavvuf, insanın bu yönüne odaklandığı için bugün de değerini ve önemini korumaktadır.
Müslüman toplumlarda var olan sosyal ve ahlâkî hastalıkların çözüme kavuşturulmasında tasavvuf çevreleri çok önemli bir görev ifa etmektedir. Derleyen, toparlayan, barıştıran, birleştiren misyonuyla tasavvuf, doğudan batıya, Türkiye’den Mısır’a, Fas’tan Endonezya’ya İslâm coğrafyasının her köşesinde barış ve huzurun, saygı ve müsamahanın zeminini güçlendirmekte ve böylece toplum hayatımıza hayatî katkılarda bulunmaktadır.
Selefîlik ve modernizm adına, bazıları bu katkıyı takdir etmeyebilir. Hatta bazıları İslâm toplumlarının geri kalmışlığını tasavvufa mal etmeye kalkabilir. Bu cahilce yaklaşımlara verilecek en güzel cevap, biraz tarih okumak ve tasavvufun İslâm medeniyetine yaptığı katkıları incelemelerini tavsiye etmektir.
Tasavvuf modern insana ne vadediyor?
Modern insan aslında varlık ile yokluk arasında bocalayan bir özne. Bir tarafta insanlık tarihinin hiç görmediği kadar geniş imkanlara sahibiz. Modern bilim ve teknoloji, dünyayı küçük bir köy haline getirdi. Ülkelerin elinde yüz milyarlarca dolarlık kaynak var.
Ama buna rağmen dünyada o kadar çok adaletsizlik, zulüm, savaş, haksızlık, açlık, salgın hastalık var ki insan bu acziyet karşısında şaşakalıyor. İnsanlık varlık içinde yokluk çekiyor.
Fakat asıl önemlisi, bu kadar maddi varlık ve imkan, insanı daha mutlu, daha mutmain, daha kanaatkâr, daha adil ve paylaşımcı yapmıyor. Tersine, daha fazla kazanç, kâr ve iktidar hırsı insanı insanlıktan çıkartıyor, onu bir canavar haline getiriyor. Kendi başına bırakıldığında bu canavar sadece adalet üretmiyor; tersine savaş ve zulüm yapıyor. Kendine zarar vermenin ötesinde bütün insanlığı ortadan kaldıracak, yeryüzünün sonunu getirecek kitle imha silahları, biyolojik ve kimyasal silahlar yapabiliyor. Bunları kullanabiliyor.
Bu canavara kim nasıl dur diyecek? Ülkelerin ve uluslararası kurum ve kuruluşların alacağı tedbirler ancak bir noktaya kadar etkili olabilir. Siyasî ve ekonomik yaptırımlar kısmen işe yarayabilir. Yirminci yüzyıl, yarım kalmış ve akamete uğramış onlarca böyle girişimle dolu.
Asıl yapılması gereken bir zihniyet devrimidir. Hayata, varlığa, tabiata, insana, çevremize, diğer insanlara bakışımızı köklü bir şekilde değiştirmeden insan onuruna yakışır ve adalete dayalı küresel bir düzen kurmak mümkün olmayacaktır.
Tasavvufun maneviyat ve ahlâk yolu, bu zihniyet devriminin ipuçlarını bize vermektedir. İç huzuruna kavuşmuş, çevresiyle, tabiatla ve Rabbiyle barışık insanlar ancak yeni bir dünya düzeni kurabilir. Kendi iç disiplinini ve huzurunu tesis edememiş toplumların kurduğu bir medeniyet ve dünya düzeni ancak kaos, haksızlık ve gözyaşı üretir.
Maneviyat yolu olarak tasavvuf, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde insanlığa bir çıkış yolu sunmaktadır. “Ben kimim ve ne için varım?” sorusunun cevabını ne tek başına felsefe, ne siyaset yahut bilim verebilir. Bu soruların cevabını ancak ve ancak yüksek bir atıf çerçevesi içinde yani metafizik bir ilkeye bağlanarak bulabiliriz.
Bir tarafta nihilist, yani hayatın anlamından mahrum bir nesne haline gelen, öbür tarafta bir canavara dönüşen insanoğlunu dengede tutacak olan şey, onun uhrevî, ahlâkî ve metafizik bir ilkeye tabi olması ve beşeriyetten insaniyet makamına yükselmesidir. Tasavvufun insanları davet ettiği ahlâk ve irfan yolu, hem hayatımıza anlam katar hem de bizi ifrat ve tefritten, her tür aşırılıktan muhafaza eder.
Toplumda bir düzen inşa etmek için de ahlâk ve irfan yoluna ihtiyacımız var. Ahlâkî değerleri tefessüh etmiş, birbirine düşmüş, başkalarını düşman gören, onların zafiyetleri üzerine iktidar kurmaya çalışan bir toplumun barış ve huzur üretmesi mümkün değildir. Erdemli bir toplum ideali için çalışmak, adalet ve paylaşıma dayalı bir toplum düzeninin birinci şartıdır.
Erdemli toplum, özünde ahlâkî bir toplum tasavvurudur. Yani toplumun adalet, hak, hukuk, eşitlik, paylaşım, saygı, cömertlik, emeğe saygı, yapılanı takdir etme gibi temel ahlâkî ilkeler etrafında şekillenmesidir. İşte bu ideale ulaşmak için de tasavvufun ahlâk ve irfan yolunun kılavuzluğuna ihtiyacımız var.
İnsanlık maddi, ekonomik ve teknolojik olarak çok ileri noktalara gelmiş olabilir. Ama bu onun kemal mertebesine ulaştığı anlamına gelmez. Şu haliyle dünya, gittikçe hızlanan, hızlandıkça da parçalanma ihtimali artan bir araca benziyor. Son sürat giden ama istikametini bilmeyen, nereye ne için gittiğini idrak edemeyen bir araç, en nihayetinde kendi sonunu getirir.
Bu gidişe dur demek için çok sağlam ilkelere ve kurallara ihtiyacımız var. Bu ilkeleri kafamıza göre oluşturmak durumunda değiliz. Zira zaman ve mekan üstü bu ilkeler zaten mevcut. Önemli olan temiz suyu hangi kaynaktan alacağımızı bilmek.
Tasavvufun yüzlerce yıllık ahlâk, irfan ve irşad yolu, işte bu temiz suyun menbaıdır.

Bu yazı Semerkand Dergisi kaynak gösterilerek yayınlanmıştır.

İslami bilginin kalbi: İlmihal



İlmihal kapsamına giren bilgiler, dinin mükellef saydığı herkesin öğrenmesi gereken bilgilerdir. Çünkü her müslümanın dinî hayatını tanzim ederken lazım olanı bilmesi bir borçtur.
Dolayısıyla ilmihal denince, bir kitap türünden önce İslâm’ın bir müslümanın hayatına tatbiki anlaşılmalı ve bu mantık üzerinden ilm-i hal denen bilgiler öğrenilmelidir.

İlmihal (ilm-i hâl), içinde bulunulan duruma dair bilgi demektir. Gündelik hayata dair dinî bilgiler bütününe bu ismi vermek adet olmuştur. Osmanlı Anadolusu’nda temel dinî bilgileri içeren kitaplar bu isimle anılmaya başlanmış, böylece yaygınlaşmıştır.
İslâmî bir kavram olarak ilmihal, kişinin kendisine, yaratıcısına ve çevresine karşı nasıl davranacağını belirleyen, günlük ihtiyaçlara cevap veren asgari bilgiler toplamını ifade eder.
İlmihal muhteva çerçevesi belirlenirken genellikle “Cibrîl Hadisi”nden istifade edilmiştir. Bu hadis, Hz. Peygamber s.a.v.’e sahabilerle bulunduğu bir sırada Cebrail a.s.’ın gelip din hakkında bazı sorular sorması, bu soruları Hz. Peygamber s.a.v.’in cevaplaması şeklindedir. Bu sorular “İman nedir?”, İslâm nedir?” ve “İhsan nedir?” şeklinde vuku bulmuş, böylece dinin üç temel unsuru olan inanç, ibadet ve ahlâk gündeme getirilmiştir. İşte ilmihal kitapları bu üç esastan hareketle ve bu hadisi delil alarak telif edilmişlerdir.
İlmihal kapsamına giren bilgiler, dinin mükellef saydığı herkesin öğrenmesi gereken bilgilerdir. Çünkü her müslümanın dinî hayatını tanzim ederken lazım olanı bilmesi bir borçtur. Dolayısıyla ilmihal denince, bir kitap türünden önce İslâm’ın bir müslümanın hayatına tatbiki anlaşılmalı ve bu mantık üzerinden ilm-i hal denen bilgiler öğrenilmelidir.
Başucu kitap ihtiyacı
Bir kitap türü olarak ilmihalin tarihî seyri incelendiğinde, eldeki mevcut bilgilere bakarsak, ilmihal ismi verilen eserlere ancak yakın dönem Osmanlı’da rastlanılmaktadır. Fakat çağlar boyunca değişik isimler altında yazılan başucu eserler bu sahadaki ihtiyaca cevap vermişlerdir.
Son yarım asırda ülkemizde Hanefî mezhebine tabi olan müslümanların en çok kullandığı ilmihali yazan Ömer Nasuhi Bilmen hazretlerine göre, iyi bir ilmihalde bulunması gereken en önemli özelliklerden biri, ne çok basit ve kısa yazılması ne de çok uzun ve ayrıntılı olmasıdır. İyi bir ilmihal, bu ikisinin ortası olmalıdır. O şöyle der :
“Bilindiği gibi İslâm dininin içerdiği hükümler başlıca şu dört kısma ayrılır:
• İtikada ait hükümler,
• İbadetlere ve muamelata ait hükümler,
• Helala, harama, mübah ile mekruha ait hükümler,
• Ahlâka ait hükümler.
Bu dört kısım hüküm hakkında pek ayrıntılı, mükemmel kitaplar yazılmış olduğu gibi, pek kısa, basit kitaplar da yazılmıştır. Bununla birlikte bu dört kısımdan her biri çok kere başka başka kitaplar halinde yazılmış, bu dört kısmı bir araya toplayan eserler nisbeten az bulunmuştur.
Elbette ayrıntılı eserlere ihtiyacımız yok diyemeyiz. Fakat öyle uzun uzadıya yazılmış eserleri okumaya, onlardan kendisi için en lüzumlu meseleleri ayırt etmeye de herkesin gücü yetmez. Mesleği ve vakti de buna elverişli olmaz. Pek kısa yazılmış eserler ise ihtiyacı yeteri derecede karşılayamaz, maksadı temin edemez. Hele bu gibi eserler pek kapalı ibarelerle yazılmış bulunursa istenilen faydaların elde edilmesi büsbütün güçleşir.”
Günümüzde oldukça çeşitlenmiş olan ilmihal kitaplarının yanında, oldukça zayıf kalan ilmihal eğitimimize geçmeden önce Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v. rehberliğinde İslâm’ın nasıl öğretildiğini görelim.
İlk dönemde dinî eğitim
Efendimiz s.a.v.’in tebliğ hayatı Mekke ve Medine olmak üzere iki safhadan oluşur. Siyasî ve sosyal şartlar farklı olduğu için süreçler de farklı gelişmiştir.
Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v. peygamberliğinin ilk günlerinde Hz. Ebu Bekir r.a.’ı İslâm’a şöyle davet etmişti:
“Ben Allah’ın rasulü ve nebisiyim. Beni emirlerini insanlara tebliğ etmem için gönderdi. Seni Hak olan Allah’a çağırıyorum. Vallahi o Hak’tır. Ey Ebu Bekir, seni bir olan, ortağı bulunmayan Allah’a davet ediyorum. O’ndan başkasına ibadet etmemeye, O’nun emirlerine boyun eğmeye çağırıyorum.” (İbn İshak)
Hz. Hatice, Hz. Ali, Hz. Ömer, Hz. Osman ve diğer ilk müslümanları da -Allah onlardan razı olsun- bu sözlere yakın ifadelerle İslâm’a davet etmiş, önce Allah’ın bir olduğunu öğretmişti. Sonra da kulluğun gereği olarak abdest almayı ve namaz kılmayı, ayrıca Allah’ın kullarına yakışan dürüstlüğü ve ahlâkı…
İlk Müslümanlar Mekke’de Efendimiz s.a.v. ile gizlice görüşüyor ve O’ndan İslâm’ı öğreniyorlardı. Özellikle Dârü’l-Erkâm denilen toplanma yeri bu yönüyle hem ilk okul, hem de ilk mescid hükmündeydi. Orada gizlice toplanıp Kur’an okuyorlar, İslâm’ın hükümlerini öğreniyorlar ve namaz kılıyorlardı. Dışarıdan geçenler duymasınlar diye sureleri gizlice okuyorlardı. Nitekim daha sonra müslümanlar emniyete kavuşmalarına rağmen bu günlerden kalan bir sünnet olarak öğle ve ikindi namazları cemaatle kılındığında gizli okumaya devam ettiler.
Efendimiz s.a.v.’den İslâm’ı öğrenen sahabilerin her biri yeterli bilgiyi öğreniyor ve kendi ibadet hayatlarının yanında, özellikle müşriklerle girdikleri tartışmalarda onlara galip geliyorlardı. İmana, ibadetlere, adalete ve sosyal hayata dair hükümleri en ince ayrıntısına kadar öğreniyorlar, bilmediklerini Efendimiz s.a.v.’e soruyorlardı. Bu sayede Efendimiz s.a.v. ile birlikte diğer müslümanlar da İslâm’ı tebliğ ediyorlardı. Bunu bizzat Efendimiz s.a.v. buyuruyor, kendisinden duyduklarını diğer insanlara iletmelerini söylüyordu.
Efendimiz s.a.v. hac mevsiminde Medine’den gelen altı kişiyi İslâm’a davet etmiş ve onlar da ertesi sene, ilk Akabe Biatı denilen görüşmeye sayıları artarak gelmişlerdi. Bir sonraki sene sayıları yetmişi geçmişti. Allah Rasulü s.a.v. de onlarla birlikte Mus’ab b. Umeyr r.a.’ı İslâm’ı öğretmesi için göndermişti. Mus’ab r.a. Medine’ye varır varmaz kolları sıvamış ve İslâm devletinin ilk merkezi olacak bu şehrin insanlarına İslâm’ı öğretmişti.
İlk öğretmenler: Ashab-ı Kiram
Hicret’ten sonra Medine’de müslümanlar rahatladılar ve İslâm’ı baskı altında kalmadan öğrendiler. Bu konuda Sahabe-i Kiram efendilerimiz çok gayretlilerdi. Her fırsatta Allah Rasulü s.a.v.’e sorular soruyorlardı. Onlar sormadıklarında da Allah Rasulü s.a.v. çoğu zaman bir soru ile konuşmaya başlıyor, dikkatleri konuya yönlendiriyor ve sonra meseleyi izah ediyordu. Zaten her yeni hüküm O’nun tarafından mescidde insanlara tebliğ ediliyor, sonra da Medine sokaklarında duyuruluyordu. Nitekim içkinin haram olduğu böyle duyurulmuş, sonrasında Medine sokaklarında dökülen şaraplar akmıştı.
İslâm’ın yayılışı ve öğretilmesi de Sahabe-i Kiram ile oldu. Onlar dinimizi öğretmek için ilk olarak komşu kabilelerden başlayarak topluca gitmişlerdi. Hatta bazı seriyyeler (küçük bir birlikle yapılan sefer) bu öğretmen sahabilere saldırılması sonucu gönderilmiştir. Medine’de dinin öğrenilmesinde Suffe Ashabı denilen yoksul ve Mescid-i Nebevî’nin bitişiğinde yaşayan sahabilerin payı büyüktür.
İslâm tarihi bir süreç olarak göz önüne alındığında başlangıç dönemi olan Asr-ı Saadet’te dinî ihtiyacın karşılanması, doğrudan vahiyle ve bizzat Hz. Peygamber s.a.v. ile olmuştur. Sahabe karşılaştığı problemleri Allah Rasulü s.a.v.’e arz etmiş, duruma göre çözüm bazen vahiy şeklinde, bazen de Hz. Peygamber’in bir sözüyle olmuştur. Sahabe ve sonraki nesil olan Tâbiûn döneminde ise Kur’an-ı Kerim’in yanında sahabenin Hz. Peygamber s.a.v.’den ve tâbiûnun sahabeden duydukları ile ortaya çıkan problemler çözüme kavuşturulmuştur. Böylece Kur’an ve Sünnet, karşılaşılan sorunlarda iki ana kaynak olmuştur. Bu süreçte ayet ve hadislerin yorumlanmasında içtihad veya fetvanın da kaçınılmaz olarak devreye girdiğini belirtmemiz gerekir.
Diğer taraftan bu anlama ve yorumlama sırasında değişik anlayışlardan hareketle farklı ekollerin ve mezhepleşme sürecinin de başladığı görülür. Nitekim İslâm’ın ilk üç asrı bitmeden bugüne ulaşan itikadî ve amelî hak mezhepler teşekkül etmiş durumdadır.
Mezheplerin oluşmasından önceki döneme ait, fıkhî konuları içeren birtakım risaleler günümüze ulaşmakla birlikte asıl yazma faaliyetinin mezheplerin teşekkülünden sonraya denk geldiği görülmektedir. Bu sürecin ilk örnekleri arasında Ebu Hanîfe rh.a.’in (v. 150/767) el-Fıkhü’l-Ekber, el-Fıkhü’l-Ebsat, er-Risâle, el-Âlim ve’l-Müteallim ve el-Vasiyye adlı beş eseri gelir. Ancak bunlar fıkhî konuları değil de inanç konularını içermektedir. Ebu Hanîfe rh.a. de dahil olmak üzere mezhep imamlarının fıkhî konulardaki içtihatları kendilerinden sonra öğrencileri tarafından derlenmiş ve böylece ilk yazma faaliyeti başlamıştır. Bununla birlikte Ahmed b. Hanbel rh.a.’e (ö. 241/855) Kitâbü’s-Salât ve Kitâbü’l-Eşribe (Namaz Kitabı ve İçecekler Kitabı) gibi risaleler atfedilmektedir. Yine onun fıkıh, akaid ve ahlâka dair sorulara verdiği cevaplar bazı talebeleri tarafından Mesâil adıyla bir araya getirilmiş ve bu derlemelerden bazıları günümüze ulaşmıştır.
İlk ilmihaller
İslâm dünyasının her yerinde olduğu gibi müslüman çoğunluğun yaşadığı Anadolu’da da halkın bilgilenme ihtiyacına dönük olarak sade bir üslupla yazılmış akaid ve temel bilgileri içeren küçük fıkıh kitaplarıyla karşılaşıyoruz. Osmanlı’daki âmentü şerhleri, inanç esasları ve ilmihal bilgilerini içeren eserler bu meyandadır. İbadet ve muamelâtla ilgili bütün konuları içeren eserlerin yanında yalnızca namaz, oruç veya hacla ilgili kaleme alınmış risâlelere de rastlanmaktadır. Mev’ize, irşad ve nasihat türü eserler de ilmihallerde yer alan ahlâk ve adap ile ilgili konuları anlatan kitaplar arasında yer almaktadır.
Doğrudan ilmihal başlığı altına girmeyen bu tür eserlerin her biri, ilmihalle amaçlanan dinî bilgiyi vermeyi esas alan eserler olarak işlev görmüşlerdir. Bazen bu tür eserler sonradan yeni başlıklar eklenmesiyle genişletilmiş, böylece ilmihal kitaplarının oluşum süreci yaşanmıştır. Bahsedilen bu süreçte zaman zaman inanç, ibadet ve ahlâk esaslarının bir araya geldiği görülmektedir.
Bütün bir İslâm coğrafyası göz önüne alındığında -bugün elimize geçmeyenler bir yana- farklı dillerde on binlerce ilmihal yazılmıştır. Allah dostlarının bile bu konularda kaleme aldıkları birçok eser vardır. Mesela Seyyid Yahya Şirvanî, Cemal Halvetî, İmam-ı Rabbanî, İsmail Hakkı Bursevî ve Mevlanâ Halid Bağdadî gibi zatlar akait sahasında eserler yazmışlardır. (Allah cümlesinin sırrını mukaddes kılsın.)
İlmihallerde esas, yukarıda da belirttiğimiz gibi sade bir dille inanç, ibadet ve ahlâka dair konuların anlatılmasıdır. Mesela âmentü diye bildiğimiz esaslar bir cümleden meydana gelir ve Cibril hadisindeki ifadelerin “Allah’a, meleklerine, kitaplarına … inanıyorum” şeklinde uygulanmış halidir.
Yine kolay ezberlensin diye manzum -şiir halinde- yazılmış (Arapça, Farsça, Türkçe, Kürtçe) birçok ilmihal de günümüze kadar ulaşmıştır. Osmanlı döneminde yazılmış, yazarı belli olmayan Mızraklı İlmihal de üslubunun kolaylığı sebebiyle Türkçe konuşulan bütün İslâm coğrafyasına yayılmış; mekteplerde, camilerde okutulmuştur. Günümüzde de yaygın biçimde okunmaya, okutulmaya devam edilmektedir.
Yine Osmanlı’nın son yıllarında Mehmet Zihni Efendi’nin kaleme aldığı Ni’metü’l-İslâm çok kısa sürede büyük yaygınlık kazanmıştır. Günümüzde en çok okunan ilmihalin sahibi Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri de Büyük İslâm İlmihali’ni, Nimetü’l-İslâm ve İbn Abidin hazretlerinin oğlunun Arapça kaleme aldığı ilmihal olan Hediyyetü’l-Alâiyye’yi esas alarak günümüz şartlarına göre yazmıştır.
İlmihalsiz dindarlık olur mu?
Yukarıda belirttiğimiz gibi İslâm’ın temel hükümleri itikad, ibadetler ve muamelat, helal, haram, mübah, mekruh ve ahlâka dairdir. Onlarca ciltlik eserlerden küçücük namaz hocalarına kadar her eser bu konuları detaylı yahut kısaca ele almaktadır. Bu konuların her birinin önemi anlaşılmalı ve öğrenilmesi için gayret sarf edilmelidir.
Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri Büyük İslâm İlmihali’nin önsözünde ilmihalin gerekliliğini şöyle anlatır:
“Müslümanlar için her hususta bilgi sahibi olmak bir vazifedir. Din hususunda bilgi ise ‘İlmihal’ adını alarak en birinci vazifeyi teşkil eder.
Her müslüman için en büyük vecibedir ki, mensup olduğu mukaddes İslâm dini hakkında yeterli derecede bilgi sahibi olsun, bu bilgisine göre dinî vazifelerini yapsın, dinî hayatını düzenlesin.
Zaten bütün insanlığın bir manevi ruhu karşılığında olan dine, din bilgisine ihtiyaç duymaması düşünülemez. En eski zamanlardan beri gerek ilkel kavimlerden gerekse medeni milletlerden hiçbiri yoktur ki dine bağlı bulunmuş olmasın.”
Günümüzde, müslüman değilken ihtida edip müslüman olan kişilerin İslâm öncesi ve sonrasındaki hayatında maalesef önemli bir değişiklik olmuyor. Bunun temel sebebi İslâm’ın kuldan istediği görevlerin ve bütün bir hayat tarzının yeterince öğrenilmiyor olmasıdır. Biz müslümanlar İslâm olmuş kişilere dinimizi öğretemiyorsak bu konudaki eksikliğimizi görmemiz gerekiyor. Aynı şekilde aileden müslüman olan fakat kul olarak görevlerini yerine getirmeyen milyonlarca kişi, kimi zaman çeşitli sebeplerle dine yöneliyor, dinine muhabbet beslemeye başlıyor. Ancak yine günlük hayatında bir değişiklik olmuyor. Dolayısıyla “ilmihalsiz bir dindarlık” ortaya çıkıyor.
Ebubekir Sifil, Semerkand dergisi Ekim 2001 sayısında kulluk sahasını ve gereklerini şöyle izah ediyordu:
“İslâm dairesine giriş itikad ile, orada kalış ise fıkıh ile mümkündür. Kelime-i şehadeti dil ile ikrar, kalp ile tasdik etmek suretiyle ‘kurtuluş gemisi’ne ilk adımı atan kişi, o andan itibaren hayatını ilahî emir ve hükümlere riayet ederek yaşama konusunda Yüce Yaratıcı’ya söz vermiş oluyor. Hayatı O’nun muradı doğrultusunda yaşamak, ancak O’nun emir ve yasaklarını hakkıyla kavramak ve detaylarıyla hayata intikal ettirmek suretiyle mümkün olur. İşte bunu sağlayacak olan, ancak ve yalnız fıkıhtır.”
Ailede ilmihal eğitimi
Çocukluk çağı altın yıllardır, kıymeti bilinmelidir. İleriki yaşlardaki kişilik ve yaşantıya dair olumsuzlukların temelleri büyük ölçüde bu yıllarda atılmaktadır. Hadis-i Şerif’te buyrulduğu gibi “Her çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar.” Daha sonra anne-babası ve çevresi çocuğu şekillendirirler.
Bizim dünyamız müslüman bir dünya. Telakkimiz de böyle olmalı. Arka plan ve kültür dünyamız müslüman bir ailenin ve cemiyetin kültürü ve anlayışı çerçevesinde oluşmalıdır. Şair Sezai Karakoç “Çocukluğumuz” şiirinde bir çocuğun nasıl bir anlatıma ihtiyaç duyduğunu çok güzel dile getirir:
“Annemin bana öğrettiği ilk kelime / Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde / Annem bana gülü şöyle öğretti / Gül, O’nun, o sonsuz iyilik güneşinin teriydi.”
Asırlar boyunca İslâm toplumları çocuklarına dinini öğretmeyi öncelik bilmişlerdir. Ebeveyn, çocuklarına ilmihal bilgilerini, İslâm’ın kavramlarını öğretmelidir. Sonra İslâm tarihini sevdirecek, öğretecek, çocuğun o dünyaya girmesini sağlayacak kitaplar, belgeseller tercih edilmelidir. Bu yöntem de bıktırmadan, usandırmadan, tepki doğurmadan tatbik edilmelidir.
İslâm alimlerimizin hayatını okuduğumuzda ilk dinî eğitimlerini çoğunlukla ailelerinden aldıklarını görürüz. Mesela Kur’an’ı annesinden, namaz kılmayı babasından öğrenmiştir. Ailenin dindar bir birey yetiştirmede büyük rolü vardır. Çocuk Kur’an eğitimine onların teşvikiyle başlar, namazı onlardan öğrenir, babasıyla camiye gider gelir. Efendimiz s.a.v.’in mübarek ahlâkını, hayatını, çocuklarını, sahabilerini onlardan dinler. Büyüklerine özenerek oruç tutar, kurban ibadetini onlarla yaşar. İslâm ahlakını, sadaka vermeyi, mukaddesata hürmeti büyüklerinden öğrenir.
Bir eğitim kurumu olarak camilerimiz
İslâmiyet’in başlangıcında ilim camilerde okutulurdu. Sonraları medreseler ve mektepler yapıldıysa da, alimler halka dönük derslerini camilerde vermeye devam ettiler. Nitekim yakın tarihe kadar İstanbul ve Türkiye’nin bütün şehir ve kasabalarında bazı medrese dersleri camilerde okutulurdu.
Özellikle Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı’nın ilk üç asrında “fakih”lik kurumu çok yaygın biçimde din öğretiminde kullanılıyor ve on binlerce fakih köylerde, kasabalarda, şehirlerin cami ve mescitlerinde öğretici olarak görev yapıyorlardı. Dolayısıyla camiler dinî hayatın en güzel ve yaygın biçimde öğretildiği yer konumundaydı. Cumhuriyet döneminde bu durum resmî olarak zayıflamış ise de, gayret sahibi nice imam cemaatine Kur’an ve ilmihal öğretmeye devam etmiş ve etmektedir. Özellikle son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yaz aylarında camilerde yoğun biçimde eğitim faaliyeti yürütülmektedir. Kış aylarında ise daha çok cami cemaatine yönelik eğitim faaliyetleri devam etmektedir.
Halihazırda Diyanet İşleri Başkanlığını yürüten Prof. Dr. Mehmet Görmez’in göreve geldiğinde ilk icraatlarından biri merkezî vaaz sistemini kaldırması olmuştu. Gerekçe olarak da merkezî vaaz sisteminin imamları tembelleştirdiğini, cemaatine faydalı olamadığını göstermişti. Gerçekten de Osmanlı ve öncesindeki fakihlik kurumunun görevini, belli ölçüde bugünün imamları üstlenmiş durumdalar. Dolayısıyla her imam önce cemaati, sonra da çevresi için bir fakih konumundadır. İmamlarımızın kendilerine bir de bu yönden bakmaları, gayret göstermeleri dinimizin öğretilmesi bakımından büyük önem arz eder. Sadece iyi hazırlanmış cuma vaaz ve hutbeleri bile son derece kıymetlidir.
Ashab-ı Kiram’dan günümüze dinin öğretilmesinde, resmî görevlilerin dışında özel gayretlerin büyük etkisi vardır. Tarih boyunca mutasavvıflar, meşayih, salih zatlar, ihvan öncelikle dini yaşamayı, sonra örneklemeyi ve öğretmeyi hedef edinmişlerdir. Günlük hayatlarında, sohbetlerinde, kitaplarında daima bu esasa göre hareket etmişlerdir. Nitekim tasavvuf erbabı dinin yayılmasında asırlar boyunca birinci etken olmuştur. Dinin öğrenilmesindeki bu rolü sebebiyle dergâhlara “halk mektebi” de denmiştir. Günümüzde de bütün İslâm coğrafyasında dergâhlar, cemaatler, onların sohbet meclisleri ve vakıfları aracılığıyla bu eğitim faaliyeti -şükürler olsun- devam etmektedir.
Okullarımız ve ilmihal
Okullar, günlük hayatın rutininden meslekî yetkinliğe kadar bütün eğitimin verildiği kurumlarımız. Buralar çocuklarımızın kişiliklerinin oluştuğu, kimliklerini edindikleri/pekiştirdikleri, dünyaya ve hayata dair bilgileri öğrendikleri yerler. Neredeyse nüfusunun tamamına yakını müslüman olan ülkemizde, okullarda din eğitimi ihtiyacın çok uzağında.
Bunun temel sebebi kuşkusuz, ülkemizde din konusunun büyük ölçüde ideolojik/politik bir arka plan üzerinden ele alınmasıdır. Oysa mesele basit ve nettir. Bugün bütün dünyanın fark ettiği üzere din eğitimi belli hükümleri, ibadetleri öğrenmekten ibaret bir süreç değil, aslında ve öncelikle bir “değerler eğitimi”dir. Dinî eğitim, nesiller arası iletişim kanallarını işler kıldığı için geçmişi bugüne bağlayan, böylece sosyal ve kültürel bütünlüğü sağlayan, bireye toplumsal sorumluluklarını öğreten komple bir süreçtir.
Müslüman denince akla gelmesi gerekenlere bir bakalım: Takva, samimiyet, fedakârlık, cömertlik, diğergâmlık, vatan sevgisi, sevgi-saygı, nezaket, cesaret, tevazu, kanaat ve buna benzer insanlığın muhtaç olduğu değerler…
İşte dinî eğitim, özelde de ilmihal eğitimi dediğimizde bu kavramların ete kemiğe büründüğü, hayatın içine girdiği bir dokudan bahsediyoruz demektir. Yani kişinin hem Rabbiyle hem de insanlarla ve diğer varlıklarla hukukunu idrak ettiği bir insan ve böyle insanlardan oluşan toplum yapısı… Eğer bu olumlu bir çaba olarak görülüyorsa başlangıcında ve merkezinde ilmihal eğitimi olmak zorundadır.


Çocuklara İlmihali Nasıl Öğretmeliyiz?
Osmanlı’nın son döneminde eğitim üzerine çalışmalarıyla öne çıkan Satı Bey’in (d. 1880 – ö. 1969) ilmihal eğitimi konusundaki yazısından bir bölüm şöyle:
“Bütün derslerde olduğu gibi ilmihal derslerinde de bir meyve alabilmek için konuları çocukların fikrî durumuna indirmek ve daha somut olanlardan başlayarak soyut olanlara doğru bir derecelendirmeye uymak gereklidir..
İlkokul çocuklarına başlangıç olarak itikada dair öğretilebilecek şeyler, Cenab-ı Hakk’ın birliği, Hazreti Muhammed s.a.v.’in peygamberliği ve bir hesaplaşma gününün, kıyametin varlığı… gibi meselelerdir. Bunlarda bile kendilerine yalnız anlayabilecekleri şeyleri söylenmelidir. Şartlar, rükünler, taksimler, tasnifler daha o yaşta çocukların zihinlerinin alamayacağı şeylerdir.
Cenab-ı Hakk’ın varlığı fikri kendilerine etraflarında gördükleri eşya ve olaylardan bir Yaratıcı’nın varlığı delillendirilmek şeklinde anlatılmalıdır. Cenab-ı Hakk’ın sıfatları da yalnızca tesirleri ile anlatılmalı, bu sıfatların sadece isimlerini söyleyerek ve kısımlara ayırarak anlatmaktan uzak durmalıdır. Efendimiz s.a.v.’in peygamberliği fikri de bir iki cümlenin kapalı ve soyut tarifleri ile değil, birçok siyer ve kıssa vasıtasıyla öğretilmelidir. Hazreti Peygamber s.a.v.’in başlıca menkıbeleri, çocukların nazar-ı dikkatine en çok çarpacak, onların kalplerini en çok etkileyecek güzellikler anlatılmalıdır.
Amele dair bilgilere gelince, bunları yaptırarak ve göstererek öğretmelidir. Öncelikle bu amellerin şartlarını, rükünlerini, farzlarını, vaciplerini değil, onlar nasıl yapılmak ve işlenmek lazımsa öylece öğretmelidir. Abdest şöyle alınır, önce böyle yapılır, sonra şöyle yapılır, namaz böyle kılınır diye bizzat göstermeli ve tarif eylemelidir.
Bu hususlarda daha fazla açıklama vermeye ancak çocuklara gerek itikada ve gerekse amele dair yeterli derecede uygulamalı bilgi verildikten sonra başlanmalıdır. İlmihal dersinin ikinci tabakasını teşkil edecek olan bu açıklamalar da aşama aşama anlatılmalıdır. O vakte kadar anlatılan ameller ve itikadlar arasından farzları, vacipleri, sünnetleri, müstehapları, haramları, mekruhları ayırmalı, fakat işe bunları isimlendirme veya tarif ile girişmemeli, öncelikle bunların neticelerini göstermelidir. Mesela “Her müslüman oruç tutmaya mecburdur; oruç tutmazsa günah işlemiş olur. Fakat bununla da kalmaz da oruç tutmak lazım değildir derse dinden çıkar.”, “Abdest alırken yüzünü yıkamalı; eğer insan unutsa da yıkamazsa abdesti boşa gider, yeniden abdest almak lazım gelir.”, “Abdest alırken ağzını, burnunu yıkamalı; yıkamazsa abdest boşa gitmez, fakat yıkayan sevap kazanır.” yolunda bilgi verilmeli. Bu şekilde değişik ameller arasında netice itibariyle olan farklar gösterildikten sonra bunlar kısımlara ayrılmalı: “Hani bazı şeyler söylemiş idik ki, insan onları yapmak gerektiğini inkâr ederse kâfir olur; işte böyle olan şeylere farz derler.” yolunda tarifler yapılmalı, daha sonra farzlar ile vacipler arasındaki farkı göstererek birinciler hakkındaki emrin kesin, ikinciler hakkındaki emrin zannî olduğu söylenmelidir. İşte böyle yapıldığı vakit, çocukların zihnine temelli, köklü dinî bilgi verilmiş olur.
‘Kellimu’n-nâse alâ kaderi ukûlihim.’ Yani insanlarla akılları derecesinde konuşun!”
İlmihal Türleri
İlmihal ve fıkıh kitaplarından faydalanırken öncelikle hangi mezhebe göre hazırlandığına dikkat etmek gerekiyor. Ülkemizde çoğunlukla Hanefî ve Şafiîler olduğu için bu mezheplere göre eserler yayınlanmaktadır. Özellikle Hanefîler için hazırlanmış eserler pek çoktur. Şafiîler için de son çeyrek asırda yapılan çalışmalar vardır. Bu konuda Halil Gönenç Hocaefendi’nin Büyük Şafiî İlmihali ilk akla gelen eserdir. Yine son on yılda Semerkand Yayınları tarafından yayınlanan Hasip Asutay ve Siraceddin Önlüer’in çalışmaları büyük bir boşluğu doldurmaktadır. Fakat yine de bu sahada yeni çalışmalara ihtiyaç duyulduğu bir gerçektir.
Konuların müstakil ele alındığı özel kitap çalışmaları da vardır. Mesela akaid, abdest, namaz, oruç, zekât, hac, alışveriş, hanımların özel halleri, evlilik ve nikâh gibi konularda yazılmış birçok eser mevcuttur. Bu gibi eserler de daha detaylı bilgi edinme imkanı sağlamaktadır.
Mızraklı İlmihal
Mızraklı İlmihal Osmanlı geleneğinde ilmihal kelimesinin geçtiği ilk eserdir. Eserin müellifi tespit edilememiştir. Ancak Süleymaniye Kütüphanesinde, Yazma Bağışlar nr. 1164’de kayıtlı bulunan nüshada müellifle ilgili “Mızraklı Efendi” kaydı geçmektedir. 1260‘da (1844) istinsah edilen bu nüshanın girişinde Halebî ve Mülteka’dan faydalanıldığından bahsedilmesi, kitabın telif tarihi hakkında bazı ipuçları vermektedir. Bu bakımdan Mızraklı İlmihal’in 16. yüzyıldan sonra telif edilmiş olma ihtimali söz konusudur.
Mızraklı İlmihal’in konuları arasında abdest, gusül, teyemmüm, namaz, oruç, hac, peygamberlerin sıfatları, imanla ilgili hususlar, meleklere ve kitaplara iman, Allah’ın sıfatları, elli dört farz, iman-İslâm-ihlâs, küfür ve şirk gibi hususlar vardır.
Osmanlı toplumunda çok okunmuş ilmihal kitaplarının başında gelen Mızraklı İlmihal yalnız okunmakla kalmayıp aynı zamanda ezberlenmiş, hatta İstanbul, Rumeli ve Anadolu’da sıbyan mektepleri gibi resmî eğitim kurumlarında da din bilgisine başlangıç kitabı olarak okutulmuştur. Etkinliği günümüze kadar devam etmiş olan eser günümüzde birkaç kez günümüz Türkçesine çevrilmiştir. Son olarak da Semerkand Yayınları tarafından basılmıştır.
Büyük İslâm İlmihali
Günümüzde Hanefîler için en ideal eser Ömer Nasuhi Bilmen hazretlerinin (d: 1882 v: 1971) ilmihalidir. Bu kıymetli eserin kıymetini biraz daha idrak edebilmek için biraz tanıtalım. Merhum Bilmen, eserini şöyle takdim ediyor:
“Çeşitli mesleklere ayrılmış olan dindaşlarımızın dinî ihtiyaçlarını yeterli derecede karşılayabilecek bir ilmihal kitabı yazılmasına birçok zat tarafından lüzum gösterilmekte ve bu hususta acizlerine müracaat edilmekteydi. Bunun üzerine mukaddes dinimizin itikada, temizliğe, ibadete, kerahet ve istihsana, ahlâka dair başlıca hükümlerine ve bir kısım büyük peygamberlerin mübarek sîretleri ile İslâm dininin tarihçesine ait ve on kısımdan oluşmak üzere oldukça büyük bir ilmihal kitabı yazmayı bir vazife bildim. Allah Tealâ hazretlerinden yardımlar dileyerek bu vazifeyi yerine getirmeye başladım. En muteber, en kıymetli kitaplarımıza müracaat ettim. İbadetler kısmını daha uzunca yazmaya çalıştım. O cömert ve çok feyizler verenin lütuf ve yardımıyla ortaya çıkan bu esere Büyük İslâm İlmihali adını verdim.”
Yazarın da belirttiği gibi, eser on bölümden oluşmaktadır. Bu bölümler şunlardır:
• Akaid, • Taharet ve sular, • Namazlar, • Oruçlar, yeminler, adaklar ve kefaretler, • Zekât ve fıtır sadakası, • Hac, • Kurban, diğer hayvanlar ve avlar, • Kerahet ve istihsan, yani helal, haram, mübah ve mekruhlar bahsi, • İslâm ahlâkı, • İsimleri Kur’an’da zikredilen büyük peygamberlerin mübarek sîretlerine ve tarihçelerine dair.
Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri ilmihalin gerekliliğini, önemini ve özelliklerini sosyolojik olarak temellendirdiği gibi, ilmihalin konularını ele alırken de zaman zaman gerek duydukça ibadetin sosyal boyutlarına girmektedir. Buna toplumumuzda tartışılan bazı konulardan dolayı ihtiyaç duyduğu anlaşılmaktadır. Mesele İlmihal’in yedinci bölümünde kurban bahsinde “Kurbanın mahiyeti, gerekliliği ve hikmeti” başlığı altında söyledikleri bunu doğrular:
“Vacip olan kurban görevi, Hak yolunda fedakârlığın bir nişanıdır. Yüce Allah’ın verdiği nimetlere karşı yapılan bir şükürdür. Bunun sonucunda sevaba ulaşmak ve birtakım belalardan korunmaktır.
Şu gerçek bilinmeli ki, insanların ihtiyaçları için yeryüzünde binlerce hayvan kesiliyor. Fakat bunlardan yalnız durumları yeterli olanlar yararlanıyor. Kurban bayramında ise Hak rızası için birçok hayvan kesiliyor. Bunların etlerinden ve derilerinden çok fakir kimseler de yararlanıyor. İktisadî olan mesele, dinî ve ahlâkî bir mahiyet kazanıyor. Şahıs menfaati yerine toplumun menfaati bulunmuş oluyor. Bunun için kurban kesilmesi, İslâm’a ait insanî ve sosyal büyük bir fedakârlıktır. Kurban kesilmekle, kesilen hayvanların sayısı çok artmış olmaz çünkü kurban kesilen günlerde kasapların kestiği hayvan sayısı azalır ve böylece o günlerde aynı miktarda hayvan kesilmiş olur.
Kendi zevkleri için her gün binlerce hayvanın kesilmesini çok görmeyenlerin, senede bir defa Allah rızası için bir miktar hayvanın muhtaçlar yararına kurban adı altında kesilmelerini çok görmeleri, doğrusu büyük bir düşüncesizliktir.”
Ömer Nasuhi Bilmen’in kurbanın dışında dinin gerekliliği, namaz, oruç, zekât, hac, ilim, aile, ahlâk gibi konulara dair de sosyolojik yorumlarda bulunduğu ve ikna edici olduğu görülür. Merhum Bilmen, muamelatla ilgili konulara da önemli bir yer vererek gündelik hayatın dine göre şekillenmesi gerektiğini belirtir. Gündelik hayatta halk dindarlığının ilmihal çerçevesinde şekillenmesinin önemine işaret eder. Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri hem İslâmî ilimlere olan vukufiyeti hem de İslâm hukukçusu olması dolayısıyla son derece güzel bir eser yazmıştır. Hoca’nın samimiyeti ve bütün ömründeki takva ehli hali eserine de yansımış ve büyük bir tecevvüh görmüştür, görmektedir.

Bu yazı Semerkand Dergisi'nden kaynak gösterilerek yayınlanmıştır.


16 Mayıs 2012 Çarşamba

Ünlü Markaların Duvar Kağıtları


Birbirinden ünlü markaların HD Kalitede/Yüksek kalitede duvar kağıtlarını paylaşıyorrum. IvanDurso isimli bir tasarımcı tarafından tasarlanan duvar kağıtları oldukça iddialı.... Google chorme duvar kağıtları , google duvar kağıtları,facebook duvar kağıtları , twitter duvar kağıtları , skype duvar kağıtları , coca-cola duvar kağıtları, samsung duvar kağıtları , apple duvar kağıtları , safari duvar kağıtları , firefox duvar kağıtları , android duvar kağıtları nike duvar kağıtları... ve daha fazlası...













Sosyal Medya Tasarımlı Ayakkabılar


Sosyal medyanın güçlü aktörleri olan google , youtube, twitter , facebook , dribble , flickr , wikipedia gibi markaların tasarımlarını ayakkabı konseptlerine uyarlarlarsa ortaya birazdan göreceğiniz tasarımlar çıkar. Birbirinden şık bu ayakkabılara sahip olmayı çok isterdim.