5 Haziran 2012 Salı

Kibir ve Belirtileri



Menzil.net sitesi kısa bir süre önce yenilendi.Yen bir tasarım ve tema ile karşımıza çıkan menzil.net sitesi gerçekten çok kaliteli bir görünüme bürünmüş , yeni halini merak edip ziyaret ettiğimde , şu müthiş yazı ile karşılaştım. Tevafuktur ki bu günlerde kibir konusunu bizim dergahtaki sohbetlerde de sık sık işlerolmuştuk ,okuduğum bir kaç kitabında bazı bölümlerinde kibirden bahsedilmişti. Buyun bu güzel yazıyı okumanızı tavsiye ediyorum.

Kibir ve Belirtileri
Kibirli insan her haliyle belli olur. Giyim-kuşamında, yüz ifadesinde, bakışında, başını dikerek kimseye bakmamasında, oturmasında, gerilip yaslanmasında, yürüyüşünde, kendisi otururken insanları ayakta bekletmesinde, ses tonunda…
Aslında kibirli insanın sergilediği davranışların hemen tamamı, belli bir seviyeden sonra psikiyatri bilimini yakından ilgilendiren anormal davranışlardan başka bir şey değildir. Ne yazık ki kâmil insanların haricinde az-çok, açık-gizli, herkeste kibir hastalığı mevcuttur. Seyr ü sülûkla bu hastalık kalpten tamamen kazınmadıkça kurtulmak mümkün değildir. Ancak bu hususta mücahede etmek de farz-ı ayındır. Kibri azaltmak bile büyük bir mücahededir .
Bir müminin yukarıda sayılan anormal davranışlardan ve gizli kibirden kurtulup kurtulmadığı, tevazuyu kazanıp kazanmadığını İmam Gazalî rh .a . şu belirtilerle ölçüyor:
Bir mesele üzerine konuşulurken hakikatin kendi fikirlerine ters olmasından rahatsız olmak; doğruları memnuniyetle, hoşlukla kabul etmemek kibrin belirtilerindendir. Bu hastalığı yenmek için, aczini itiraf edip hakikati söyleyenleri takdirle yâd ederek teşekkür etmelidir.
Akranları ile bir ortamda bulunduğu zaman onları baş köşeye geçirmek ve kendi emsallerinin ardından yürümek ağır geliyorsa yine kibir var demektir.
Yoksul ve gariban insanların davetine katılmaktan ve arkadaşlarının işlerini takip etmekten zorlanmak da kibir belirtisidir.
Bütün bu durumlarda kişi kendini sürekli sınayarak kibrin tedavisine ve tevazunun kazanılmasına gayret etmelidir.
Tevazu ehli insanlar da her haliyle bellidirler. Onların tavır ve hareketleri kalbe huzur ve itimat telkin eder. Muhatap oldukları insanlarda saygı ve sevgi meydana gelir. Böyle insanlarla oturup kalkmak insana zevk verir.
Söyleyene değil, söylenene bak
Başkalarına faydalı olabilmek için önce kendimizi ıslah etmemiz gerekir. Fakat kendisinin ağır derecede hasta olduğunu bilmeyen gafil insan tedaviye ihtiyaç bile duymaz. Herkesin kusurunu görür, onlardan yakınır, gıybetlerini yapar, ancak kendisini düzeltmek aklına bile gelmez. Halbuki insanın kendi kusurlarını görmesi, onları araştırması ve bunun için başkalarının kendisini nasıl gördüklerine, gurur yapmadan kulak vermesi gerekir.
Bizi methedenlerden ziyade yanlış ve isabetsiz davranışlarımızı bildirenlerin faydası daha çoktur. Şeker yerine ilaç verenler bize iyilik etmiş olurlar. Yanlış ve zararlı yolda gidene ‘iyi gidiyorsun’ demek, onu gaflete düşürmek ve zulmetmek olur. Bu bakımdan ‘dikkat et, düşeceksin’ diyene kızmak yerine teşekkür etmek lazımdır.
Yalnızca bizi sevip takdir edenlere kulak vermek hataya düşmemize sebep olur. Çünkü dostumuz olanlar bizi güzel görür ve bizdeki kusurların hepsini fark edemeyebilirler. Dost olmadıklarımız ise nazarını kusurlarımıza diker. İthamlarında mübalağa olsa da, muhakkak bir hakikat payı vardır. Bu yüzden onların söylediklerinden de istifade etmelidir.
Hizmette tevazu ve kibir
Aynı safta omuz omuza hizmet ettiğimiz kardeşlerimizle olan hukukumuz başkalarına kıyasla çok daha fazladır. Allah’ın dinine hizmet ederken Hakk’ın hatırı için kardeşlerin hakkına riayet etmek, hem de hizmetin ahengini bozmamak üzere her türlü nefsani davranıştan kaçınmak gerekir. Şayet bizim yüzümüzden tek bir kişi bile dinden uzaklaşırsa bunun vebali çok ağırdır. Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’in buyurduğu üzere, açtığımız kötü bir çığırdan yürüyenlerin ve onların sebep olduğu başka kişilerin günahlarının bir mislinin de bizim hesabımıza kaydolma tehlikesi vardır. Aynı şekilde hidayetine vesile olduğumuz kişilerin ve onların sebep olduğu insanların iyi amellerinin bir misli de bizim defterimize kaydolabilir.
Şayet din adına hizmette kendi isteğimizle bir vazifeye talip olur, sonra da onu nefsanî davranışlarla akamete uğratırsak, Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’e kadar uzanan altın silsilenin manevi birikimine zarar vermiş, bugüne kadar gösterilmiş olan çabalara darbe vurmuş oluruz. Ayrıca o mübarek silsileyi oluşturan zatların manevi desteğini kaybetme ve cezaya müstehak olma tehlikesiyle de karşı karşıya kalırız.
O yüzden enaniyet , benlik, riya, kibir ve çalımla hizmete talip olmamalıdır. Bu şekilde yaptığımızı zannettiğimiz bütün hizmetler sonuç itibariyle önümüzü tıkar. Faydası bir tarafa, büyük zararlara sebebiyet verebilir.
Hizmet ederken her şeyden önce kendimizi bir günahkâr olarak görmeli ve “Allah dilerse benim gibi günahkâr bir insanla da dinini teyid eder” diye düşünmelidir. Bu yolda amelimiz ne kadar çok olursa olsun, meydana Şah-ı Geylânî k.s. veya bir İmam-ı Rabbânî k.s. edasıyla girmemelidir. Hatta yaptığımız hizmetleri herkes övüp takdir etse de, onların sözleri kendisinin hakir bir insan olduğu kanaatini değiştirmemeli, Cenab -ı Hakk’a el açıp: “Ya Rabbi hakkımda söylenen şu güzel sözleri dua olarak kabul eyle, ayağımı kaydırma, beni nefsimle baş başa bırakma.” diye dua etmelidir.
Bütün hizmetleri yalnız Allah için yapmalı ve kimseden takdir beklememelidir. Şayet kendisine bir teveccüh varsa bunu bir imtihan görmeli ve bu imtihanı kaybetme tehlikesini ciddiye almalıdır. Aksi halde riya ya da kibir girdiği için hizmetleri boşa gider, hatta onlardan hesaba çekilir ve ayağı kayabilir.
Mümin hiçbir zaman fazilet ve meziyetlerini kendinden bilmeyip, Allah tarafından olduğunu görmeli ve her an elinden alınabileceğini bilmelidir. Kendisinin hizmete renk ve kuvvet kattığı zannından ziyade, Allah için hizmetin kendisine güzellik katacağını, fazilet ve meziyetlerin oradan geldiğini düşünmelidir. Gerçek de budur.
Enaniyet tuzağı
Ulvî bir hizmette istihdam edilmek ancak bir lütuf ve himmet işidir. Her türlü fazileti kazanmaya sebeptir. O yüzden hizmetle güzelleşenler güzelliği de inkâr etmemelidir. Zira Bediüzzaman Hazretleri’nin belirttiği üzere, bu da nimeti inkâr olur. Bu noktada doğru ve yanlış tavır şöyle örneklenmiştir:
Birisi sana gayet kıymetli bir elbise giydirse, sonra da: “maşallah ne güzelsin, güzelleştin” dese, sen de: “hâşâ ben neyim, güzellik nerede” desen, nimeti inkâr ile o elbiseyi sana giydirene karşı nankörlük etmiş olursun. Şayet “evet ben güzelim” desen bu sefer de gurur ve kibir yapmış olursun. Eğer, “evet güzelleştim, fakat asıl güzellik elbisenin ve onu bana giydirenindir” dersen işte o zaman kibir ve nankörlükten kurtulmuş, hakikati söylemiş olursun.
“Ben yaptım, ben ettim, filana şöyle şöyle sohbet ettim de tövbe etti” benzeri benlik kokan bütün gizli imalar ve açık sözler İslâm itikadına uymaz. Allah Tealâ’nın inayetini, başkalarının gayretlerini, büyüklerin himmet ve tasarrufunu gözardı edip de kendisini öne çıkarmak büyük bir yanılgıdır. Özellikle gerçekten tevazu ve mahviyet sahibi değilken öyle görünmeye çalışmak, kalbi öldürecek derecede tehlikeli bir benlik davasıdır. Bunlar karıncanın ayak seslerinden daha gizli olan ve Hz. Peygamber s.a.v.’in “küçük şirk” olarak tarif ettiği, ümmeti hakkında en çok korktuğu şirk çeşitlerini hatırlatacak hallerdir.
Meziyet ve faziletlerinden bahseden, ima eden, kendince büyük başarılarına ilgisizlikten rahatsız olanlar, din adına gayret ettiklerini söyleseler de, tevazu ve mahviyetten mahrum, Allah’tan uzak boş kimselerdir. Böyle hizmet etmekten Allah’a sığınmak icap eder.
Ahmet SAFA kaleme aldı, SEMERKAND DERGİSİ’nin 76.sayısında yayınlandı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder