5 Haziran 2012 Salı

Siz Hiç Evliya Gördünüz mü?




1983 yılının mayıs ayıydı. Konya Askeri Cezaevinden alınarak başka bir mahkemem için İzmir Buca Cezaevine getirildim.Yol boyunca tam bir ölüm mahkumu muamelesi görmüş, dünyaya bir veda psikolojisi ile bakmıştım... İçimde bir his "bu güneşi, bu ağaçları, bu dünyayı bir daha göremeyeceksin" diyordu...

Bu duygularla bir şafak vakti, Buca Cezaevine teslim edildim. Beni en çok sevindiren, aylar sonra Buca Cezaevinde bulunan arkadaşlara kavuşmam olmuştu. İhtilalden üç yıl sonra da, onlarla ilk defa görüşecek, ilk kez de kucaklaşma imkanı bulacaktım. Ama beni asıl sevindirecek olan, bir kaç hafta önce idam cezasına çarptırılan Halil Esendağ'la Selçuk Duracık'ı görmem olacaktı. Bundan dolayı müthiş heyecanlanıyordum.

İdam alan ve aylarda beri ölüm hücresinde infazı bekleyen arkadaşların halet-i ruhuyilerini, ölüm cezasını nasıl karşıladıklarını merak ediyordum. Mahkeme saati yaklaştıkça yavaş yavaş koğuşlardan çıkarılan tutuklular da kapıda görünmeye başladılar. Gelenler içinden tanıdıklar çıkınca kucaklaşıyor, derin bir hasretle birbirimize sarılıyor duygulu anlar yaşıyorduk.

Merak içindeydim, üç yıl görmediğim Halil acaba ne durumdaydı? Neredeyse kesinleşen cezasını nasıl karşılamıştı? Kafam bu sorularla meşgulken, Halil Esendağ mütebessim bir yüzle çıka geldi. Yüzü çektiği çilelerle temizlenmiş, parlatılmış gibiydi. Asırlardır birbirimizi görmemiş insanlar gibi hasretle kucaklaştık. Sanki kalplerimizden birbirimize tatlı, ılık bir şeyler akıyordu. Kısa bir hal-hatır fırsatı bile bulamadan gardiyanlar çağırdı, ikişer ikişer kelepçelenerek ring araçlarına bindirildik. İsteğim üzerine benim elim Halil'in eli ile kelepçelenmiş; böylece mahkemeye gelinceye kadar yolda bir kaç kelime konuşma imkanımız olmuştu ...

O konuşurken bütün dikkatim satır aralarına gizlenmiş gerçek düşüncelerindeydi. Acaba korkuyor muydu? Acaba herhangi bir irade zaafı geçirmiş miydi? Vakit ilerledikçe Halil'in tek kelime ile; onu yendiğini ve ona çoktan hazır olduğunu görecektim. Ölümden bahsederken gülüyor, " Allah (c.c)'tan ne gelirse baş üstüne" diyordu.

Mahkemeye gelirken zaman zaman öteki arkadaşların sorularına cevap veriyor, böylece önceki mahkemeye giderken de olup bitenden haberdar oluyordu...

Bir arkadaş "gönderdiğimiz GELİNLİKLERİ aldınız mı?" diye sorunca "aldık" demiş, "nasıl oldu" deyince de "biraz uzun oldu" deyivermişti.

Sonraları mahkemem İzmir'de kalmama karar verince, bende soruyu soran arkadaşlarla aynı koğuşa konulmuş, o zaman bu gelinlik meselesini sormuştum.

"Nedir bu gelinlik? Ben bir şey anlayamadım." deyince anlattılar.

Geçen mahkeme Halil bizden iki kefen istedi. Devletin idam esnasında giydirdiği kefenin torba gibi bir şey olduğu, o kefenleri giymeleri halinde ellerinin, kollarının içerde kalacağını, rahat can çekişemeyeceklerini söyledi.

Bizde koğuşa dönünce, elimizdeki avucumuzdaki parayı bir araya getirdik, iki kefen alacak parayı bulamadık. Koğuşta 23 kişiyiz, üzerimizden iki kefen parası çıkmadı. Sonunda bir arkadaşımızın ailesinin getirdiği iki beyaz nevresimi cezaevi terzisine diktirerek onlara gönderdik. Gelinlik dediğimiz onlara gönderdiğimiz kefenlerdi...

Çok sonradan anlamıştım "gelinliklerimiz uzun geldi" derlerken kefenleri giydiklerini.. Kim bilir kaç gece Azrail(a.s)'i beklerken öylece sabahlamışlardı...!

Şu satırları yazdığım sırada düşünmeden edemiyorum, 23 ülkücü iki kefen alacak parayı bulamıyordu. Ama halbuki tam o sırada Türkiye'de, Avrupa'da paralar toplanıyor ama nedense bir türlü cezaevine ulaşamıyordu...

Bu hareketin kefen soyuculuktan zengin olan nice haini şimdi itibarlı adam rolünde geziyor; ama kim kimden hesap soracak?

Mahkeme salonunda duruşma saatini beklerken artık ölümü yendiğine emin olduğum Halil'e sormuştum." Nasıl bir gecede asılmak istersin?" Halil biraz düşünmüş daha sonra cevap vermişti...

" Yağmurun hafif çiselediği bir gecede..."

Duruşmadan sonra mahkeme benim İzmir'de kalmama karar vermiş, arkadaşlarla birlikte Buca Cezaevine dönmüştüm. Kapı altında Halil aramızdan alınmış, başka bir aleme götürülür gibi götürülmüştü. Bunun onu son görüşüm olduğunu biliyordum.

Cezaevinde gazeteler her sabah bir sergi üzerinde koğuş kapılarına getirilir, tutuklular mazgal deliğinden uygun gördüklerini alırlardı. Gazetelerimiz bir kaç defa gelmemiş, sonra da bunun manasını anlamıştık. İdam cezalarının infaz edildiği günlerde veya mahkumlarla ilgili yeni düzenlemelerin gündeme geldiği günlerde gazeteler gelmez, böylece tutukluların olay çıkarması engellenmiş olurdu.

4 Haziran'ı , 5 Haziran'a bağlayan baharın bütün tazeliği ile kendini gösterdiği böyle günlerden biriydi. O yıllar bize bahar gelmez, şairin :"Bahar gelmiş, çiçek açmış neyleyim" mısraları dilimizden eksik olmazdı. Sabah günlük haberleri herkesten önce okumak için gazetelerin gelmesini bekliyorduk. Bir saat, iki saat derken vakit öğleyi bulmuştu ama gazeteler gelmemişti. Hepimizin içine kurt düşmüştü. Acaba kim? Bugün kimi asacaklar? Çok beklemeden sorumuzun cevabını almıştık. Bir fırsatını bulan cezaevi terzisi kapıya gelerek mazgalı açmış ve o korkunç haberi vermişti

"Bahçede sehpa kuruluyor, bu gece Halil'le Selçuk'u asacaklar !..."

Koca bir koğuş bir anda depreme uğramış gibi sarsılmıştı. Önce ürkütücü bir sessizlik ve şok hali yaşamış, sonra çaresizlik içinde ne yapacağımızı şaşırmış vaziyette sağa sola koşturmuştuk. Bu koşuşturma ölüm korkusunun veya panik halinin bir neticesi değil, çaresizliğin, onlara ulaşamamanın bu zor saatlerde onları teselli edememenin bir neticesiydi. Acaba kararı radyodan duyunca ne demişlerdi? Genç yüreklerine korkunun hançeri batmış mıydı? Bütün bir koğuş tek bir kalp olmuş onları düşünüyor onlarla ölümü paylaşıyorduk.

Haberi aldıktan bir kaç dakika sonra, mahkumları toplayarak kısa bir konuşma yaptım. Kur-an bilenlere cüzleri dağıtarak gün boyu sabaha kadar Kur-an okumalarını söyledim. Yapacağımız tek şey vardı; dua ve Kur-an'la onlara ulaşmak...

Gece saat 24:00'e kadar iki hatim indirdik. Akşam olunca saat 21:00'den itibaren her yarım saatte bir koğuş penceresine çıkarak, sela okumaya, Peygamber Efendimiz(s.a.v)'e salat-ü selam getirmeye başladım. Koğuş penceresinden yükselen sesin, onların ölümle dolmuş hücrelerine kadar girdiğine inanıyor, salat-ü selamları o duygularla okuyordum...

Cezaevinde idamların infazı 01:00'de olurdu. Son defa sela okumak üzere pencereye çıktım. Halil'in mahkeme salonunda iken söylediği sözler aklıma geldi...

"Yağmurun hafif çiselediği bir gecede asılmak isterdim."

Elimi koğuş parmaklıklarından dışarı uzattım, avucumu göğe doğru açtığımda aman Allah'ım bir yağmur Halil'in duasına icabet edercesine çiseliyordu. Kendi kendime "Ah Halil'im! O gün Rabbimizden güneşleri yağdırmasını isteseydin, Rabbim o güneşleri bile yağdırırdı" diye mırıldandım.

Bir koğuş göklerle birlikte Halil ve Selçuk'a ağlıyordu.

Yorgun bir geceden sonra gardiyanların, "müdür çağırıyor" çağrısıyla uyandım. Cezaevi müdürü üç kişiyi odasına çağırmıştı. Halil'in asılmadan önce her birine ayrı ayrı yazarak bıraktığı hediye ve emanetleri bize takdim ediyordu. Eşyalarını alarak koğuşa geldik. Halil'in son anda yazdığı yazıları bizi rahatlatmış, ölüme metanetli gittikleri konusundaki kanaatlerimizi pekiştirmişlerdi.

Nitekim koğuşa geldikten sonra bazı gardiyanlar idamı anlatarak: "Bu gece Buca'ya rahmet yağdı" demişlerdi. Önce Selçuk, sonra Halil idam edilmişlerdi. İkisi de sehpaya metanetle gelmiş, Kelime-i Şahadet getirdikten sonra altlarındaki sehpa çekilmişti. İpte bir müddet sallandıktan sonra sanki ilahi bir el uzanarak ikisini de kıbleye çevirmişti. Bir gardiyan: "Halil'i indirdiğimizde başındaki takke yana düşmüş, hafif yatmıştı. Biz böyle bir şey görmedik." diyordu.

Sonra infazda bulunan Buca Muradiye İmamı şöyle diyordu. "Bana hiç evliya gördün mü diyenlere; evet... Halil ile Selçuk'u gördüm diyeceğim..."

Halil'in bize emanet ettiği eşyalar koğuş başkanı olduğum için bana takdim edildi. Hepsini tek tek inceledim. Özel eşyalarını ayırdım. Notlarını okudum, notlar daha çok kılınan kaza namazları ile tutulan oruçların listesiydi. Ölümle ilgili ayet ve hadisler bir sürü ilmihal bilgisi ile ilgili notlar.

Eşyalar arasında gazete kağıdına sarılmış küçük bir paket dikkatimi çekti. Çorap ve iç çamaşırı olacağını sanmıştım. Açtım ve baktım ki " Etrafı oyalı yeşil bir baş örtüsü " o an nasıl duygulandığımı, nasıl bir gözyaşı anaforuna tutulduğumu anlatamam. Bütün koğuş ağlıyordu.

Rahmetli Halil tutuklanmadan kısa bir zaman önce evlenmiş, murad alamadan hapishane köşelerine düşmüştü. İhtimal ki; iki buçuk yıl kaldığı ölüm hücresinde eşinin baş örtüsü onun dert ortağı olmuştu.

Dağıtabilir eşyaları dağıttıktan sonra, kalanları postayla babasına gönderdik. Halil'in babası çok dindar, çok mütevekkil bir adamdı. Annesi de öyle. Çok sonraları tahliyeden sonra evlerini ziyaret ettiğimde bu aileden böyle bir yiğidin nasıl çıktığını anlamıştım. Eşyaları gönderdikten takriben iki hafta sonra Halil'in babasından hepimizi ürperten bir mektup geldi. Şöyle diyordu:

Halil'in annesi; oğlum şehit oldu mu? Olmadı mı? diye çok üzülüyordu. Bir gece rüyasında kendini cennette görüyor. Bütün sahabeler toplanmış Hz. Peygamber(s.a.v.)'i bekliyorlar. Halil'in annesi hanım sahabilerden birine yaklaşıp soruyor: Bugün burada ne var ki böyle toplanmış bekliyorsunuz!

Hanım sahabi cevap veriyor: Bilmiyor musun, bugün burada şehit Halil Esendağ'ın düğünü var. Nikahını Hz. Peygamber(s.a.v.) kıyacak onun için bekliyoruz.

Bu rüyayı kime anlattıysak gözyaşlarını tutamamış mescide kapanıp ağlamıştı.


ŞEHADET 5 HAZİRAN 1983
Kaynak : "Eylül'de gel" dediler. Kitabı.
Hikaye : Yusuf Soylu , Nizamettin Coşkun
Özeltip Bandırma Cezaevi 8.9.1999 / Bandırma



''Bir Leyle-i Kadirde düşen din için yere
Şu matemli kalbimden o Ülkücü şehide

Saldırtmadın sağ iken mübarek ma’betine
Uzanan el kırılır bu kutsal dine

Yemin ettik Ülküdaş yolumuz yolun olsun
İmansız alçaklardan zafer kimin haddine

Bakma gözlerimize gözden değildir o yaş
Neden ağlayayım sen ölmedin ki Ülküdaş

Övmeyeceğim seni çünkü övgü az sana
Sen ki bayrağım gibi bulandın bir al kana

Düğün gecesi demişti bu ölüme Mevlana
Bir Leyle-i Kadirde kavuştun sen Mevlana

Omuzlarda gitse de Al bayrakta ki naaş
Sana öldün diyemem ölmedin ki Ülküdaş

Seninle din yolunda olmuştuk biz yoldaş
Sen bizi geçtin ama yetişiriz Ülküdaş

Ne tez geldi yiğidim genç yaşta sana hazan
Şehide su ısıttı aklaştı kara kazan

Senin baş ucunda taş bizim gözümüzde yaş
Sen borcunu ödedin sıra bizde Ülküdaş ''


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder