17 Ocak 2012 Salı

Batılı Yazarların Dilinden Peygamberimiz


Dünyanın en büyük insanı olarak seçilen ve tüm insanlardan üstün olduğunun Kuran-ı Kerim'de defalarca tasdiklenmiş olmasının yanında batılı yazarların, müslüman olmayan yazarların dahi Peygamber Efendimizi öven beyanatları vardır.O kainatın Efendisi , o Alemlere Rahmet olarak gönderilen 18 bin alemin Peygamberidir. Peygamberliğini ilan ettiği günleri hatırlayınız , ne kadar az insan ona inanmıştı. Şimdi milyarlarca insan ona inanıyor , inanmayanlarda yine cahiliye devrindeki inanmayanlar gibiler ancak yine onlar gibi Muhammed-ül Emin olan Peygamberimize güvenmekte ve itimat etmektedirler. İşte bu vesile ile batılı yazarların Peygamber Efendimiz hakkında söylediklerini derledik. Bakalım Batılı yazarların gözünde Peygamber Efendimiz nasıl?

En Etkin 100 isimli kitabın yazarı MICHAEL HART listenin başına Alemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimizi koymuş ve bunu şu şekilde açıklamıştır.
“Dünyanın en etkili insanlar listesinin başına Hz. Muhammed'i koymam bazı okurları şaşırtabilir, bazılarını da kuşkuya düşürebilir, ancak Hz. Muhammed tarihte, hem dini hem de laik düzeyde üstün başarılı olan tek insandı.”
“Mütevazı bir aileden gelen Hz. Muhammed dünyanın en büyük dinlerinden birini kurmuş, yaymış ve çok etkili bir politik lider olmuştur. Bugün, ölümünden on üç yüzyıl sonra, etkisi hâlâ güçlü ve yaygındır.”
“Bu kitapta yer alan kişilerin çoğu uygarlık merkezlerinde, ileri kültüre sahip ya da politik açıdan önemli milletler içinde doğup büyüme avantajlarına sahiptiler. Ancak Hz. Muhammed 570 yılın­da, o dönemde dünyanın geri kalmış bir bölgesi olan, ticaret, sanat ve bilim merkezlerinden çok uzakta bulunan Güney Arabistan'ın Mekke kentinde doğmuştur. Altı yaşında yetim kalmış ve çok mütevazı bir çevrede yetişmiştir. İslam gelenekleri bize onun okuma yazması olmadığını söylemektedir. Yirmi beş yaşındayken varlık­lı bir dulla evlenince ekonomik durumu düzelmişti. Ancak kırk yaşına yaklaşana kadar kendisinin olağanüstü bir insan olduğu­nu belli edecek hiçbir belirti yoktu.”
“O dönemde Arapların çoğu putperestti ve pek çok tanrıya ina­nıyorlardı. Ancak Mekke'de küçük bir Yahudi ve Hristiyan top­luluğu vardı; Hz. Muhammed'in tüm evrene hükmeden bir tek Kadiri Mutlak Tanrı olduğunu ilk kez onlardan duymuş olması mümkündür. Hz. Muhammed kırk yaşma gelince bu tek gerçek Tanrı'nın (Allah'ın) Cebrail aracılığıyla kendisiyle konuştuğuna ve gerçek inancı yaymak için kendisini seçtiğine inandı.”
“Hz. Muhammed üç yıl boyunca yalnız yakın dostlarına vaazlar verdi. Sonra 613 yılında halk önünde vaaza başladı. Çevresine müminler toplanmaya başlayınca Mekke yetkilileri kendisini teh­likeli bulmaya başladılar. Can güvenliğinden korkan Hz. Muham­med 622 yılında kendisine önemli bir politik gücün vaat edildiği Mekke'nin 320 kilometre kuzeyindeki Medine'ye gitti.”
“Hicret adı verilen bu göç, Peygamber'in yaşamında bir dönüm noktası oldu. Mekke'de pek az taraftarı vardı. Medine'de daha fazla taraftar buldu ve kısa bir sürede kendisini mutlak bir yöne­tici yapan bir etkinlik kazandı. Bundan sonraki yıllarda Hz. Muhammed'e inananlar çoğalırken Medine ile Mekke arasında bir dizi savaş başladı. Savaşlar 630 yılında sona erdi ve Hz. Muham­med fatih olarak zaferle Mekke'ye döndü. Yaşamının kalan iki buçuk yılında Arap kabilelerinin bu yeni dine katılmalarına tanık oldu. Hz. Muhammed 632'de öldüğünde tüm güney Arabistan'ın gerçek hâkimiydi.”
“Arabistan'ın Bedevi kabileleri savaşçı özellikleri ile ün salmış­tı. Fakat sayıları azdı. Kabileler arası savaşlar ve ayrılık nedeniyle kuzeydeki tarımsal bölgelerde yerleşik olarak yaşayan krallıkla­rın daha kalabalık ordularıyla başa çıkamıyorlardı. Ancak tarihte ilk kez Hz. Muhammed tarafından birleştirilen ve tek gerçek Tan­rıya inanan bu küçük Arap orduları insanlık tarihindeki en şaşır­tıcı fetihler dizisine giriştiler. Bu fetihler, Arabistan'ın kuzeydo­ğusunda Sasanilerin büyük Pers İmparatorluğu'na; kuzeybatıda merkezi Konstantinopolis olan Bizans ya da Doğu Roma İmparatorluğu'na kadar uzandı. Düşmanları ile sayıca karşılaştırılamayacak kadar az olan Araplar, savaş alanlarında Mezopotamya'nın tümünü, Suriye ve Filistin’i ele geçirdiler. 642 yılında Mısır Bizans İmparatorluğu'ndan alınmış, Pers orduları 637'de Kadisiye ve 642'de Nihavend savaşları sonunda dağıtılmışlardı.”
“Hz. Muhammed'in yakın dostları ve halefleri olan Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer bin Hattab’ın liderliğinde yapılan bu büyük fetih bile Arap ilerlemesinin sonu olmadı. 711'de Arap orduları Kuzey Afrika'yı ta Atlantik Okyanusu'na kadar silip süpürmüşlerdi. Burada kuzeye döndüler, Cebelitarık Boğazı'nı aşıp İspanya'daki Vizigot krallığını ele geçirdiler.”
“Bir süre Müslümanların bütün Hristiyan Avrupa'yı ele geçirecekleri düşünülüyordu. Ancak 732'de ünlü Tours Savaşı'nda Fransa’nın ortalarına kadar ilerleyen bir Müslüman ordusu sonunda Franklar tarafından yenilgiye uğratıldı. Ancak, bir yüzyıl bile sürmeyen savaşlar sonunda Peygamber'in sözleriyle harekete geçen Bedevi kabileleri Hindistan'dan Atlantik Okyanusu'na kadar uzanan bir imparatorluk kurmuşlardı ve bu, dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük imparatorluktu. Bu orduların fethettiği her yerde yeni dine katılanlar da çoğalıyordu.”
“Bu fetihlerin hepsi de sürekli olmamıştır. Peygamber'in dinine sadık kalmış olsalar da, Persler Araplardan bağımsızlıklarını kazanmışlardı. İspanya'da yedi yüzyıl süren savaşlar sonunda Hristiyanlar yarımadayı yeniden ele geçirmişlerdi. Ancak eski uygarlığın iki beşiği olan Mezopotamya ve Mısır ile tüm Kuzey Afrika kıyıları Arap olarak kalmıştır. Ve yeni din bu yüzyıllar boyunca İs­lam fetihlerinin sınırlarının çok ötesine yayılmıştır. Günümüzde Afrika ve Orta Asya'da on milyonlarca Müslüman bulunmaktadır. Pakistan, Kuzey Hindistan ve Endonezya'da bu sayı çok daha fazladır. Ve yeni din Endonezya'da birleştirici bir unsur olmuştur. Ancak Hindistan yarıkıtasında Müslümanlarla Hindular arasındaki çatışma hala birliğin en büyük engellerinden biridir.”
“Şu halde, Hz. Muhammed'in insanlık tarihindeki genel etkisi nasıl değerlendirilebilir? Tüm dinler gibi İslam'ın da taraftarlarının yaşamları üzerinde çok büyük bir etkisi vardır. İşte bu neden­ledir ki dünyanın büyük dinlerinin kurucuları bu kitapta yer almaktadır. Dünyada Müslümanların yaklaşık iki katı Hristiyan olmasına karşın Hz. Muhammed'in Hz. İsa'dan daha üst sırada yer olması garip gelebilir. Bu kararın verilmesinde başlıca iki neden vardır. Birincisi, Hz. Muhammed İslamiyet’in gelişmesinde, Hz. İsa’nın Hristiyanlığın gelişmesinde oynadığından daha önem­li bir rol oynamıştır. Hz. İsa Hristiyanlığın (Yahudilikten farklı olan) başlıca etik ve ahlakı hükümlerinden sorumluysa da, Hristiyan teolojisini asıl geliştiren kişi, Hristiyanlığın en önemli savu­nucusu ve Yeni Ahit kitabının büyük bir bölümünün yazarı Aziz Paulus olmuştur.”
“Hz. Muhammed ise hem İslam ilahiyatından, hem de onun başlıca etik ve ahlaki hükümlerinden sorumluydu. Ayrıca, yeni inancın yayılmasında ve İslam dini uygulamalarının yerleşmesin­de kilit rol oynamıştır. Üstelik Hz. Muhammed, İslamiyet’te vahiy yoluyla indiğine inanılan kutsal kitap Kur’an'ın da sahibidir. Bu vahiyler Hz. Muhammed'in yaşamı sırasında özüne sadık olarak kopya edilmiş ve ölümünden kısa bir süre sonra da bir araya geti­rilerek kesin biçimini almıştır. Bu nedenle Kur’an, Hz. Muham­med'in fikir ve öğretilerini ve önemli ölçüde de hadislerini temsil etmektedir. Hz. İsa'nın öğretilerinin böyle ayrıntılı bir derlemesi günümüze kalmış değildir. Kur’an Müslümanlar için en az İncil’in Hristiyanlar için olduğu kadar önemli olduğundan Hz. Muhammed’in Kur’an aracılığıyla etkisi de çok büyük olmuştur. Hz. Mu­hammed'in İslamiyet üzerindeki etkisi, Hz. İsa ile Aziz Paulus'un Hristiyanlık üzerindeki toplam etkisinden daha fazla olmuştur. Tamamen dini bakımdan ele alındığında Hz. Muhammed'in insanlık tarihinde Hz. İsa kadar etkili olduğu söylenebilir.”
“Ayrıca, Hz. İsa'nın aksine Hz. Muhammed, dini olduğu kadar laik bir liderdi. Aslında Arap fetihlerinin ardındaki itici güç olarak tüm zamanların en etkili politik lideri derecesine ulaştığı söy­lenebilir.”
“Pek çok tarihi olay için bunlar kaçınılmazdı ve onları yönlendiren belirli bir politik lider olmasaydı bile meydana geleceklerdi diyebiliriz. Örneğin, Simón Bolívar hiç yaşamamış olsaydı bile Güney Amerikalı sömürgeler İspanya'dan bağımsızlıklarını kazana­caklardır. Ancak Arap fetihleri için bu söylenemez. Hz. Muhammed’den önce böyle bir şey olmamıştı ve O olmadan bu fetihlerin başarılabileceğine inanmak için de herhangi bir neden yoktur. İn­sanlık tarihinde bununla kıyaslanabilen tek fetih Moğolların XIII. yüzyıldaki fetihleridir ve bu da önemli ölçüde Cengiz Han'ın etkisine bağlıdır. Ancak Araplarınkinden daha geniş olan bu fetihler uzun süreli olmamıştır ve günümüzde Moğolların elinde sadece Cengiz Han’dan önce sahip oldukları topraklar kalmıştır.”
“Arapların fetihleri ise çok daha farklıdır. Irak'tan Fas'a kadar sadece İslamiyet’le değil, Arap dili, tarihi ve kültürüyle de birbirlerine bağlı olan bir Arap milletler zinciri bulunmaktadır. İslam'ın Kur’an merkezci bir din olması ve Kur’an'ın Arapça yazılması Arap dilinin farklı, anlaşılmaz lehçelere bölünmesini önlemiştir ki, aksi takdirde aradan geçen on üç yüzyıl içinde bu olabilirdi. Arap devletleri arasında hatırı sayılır farklılıklar ve bölünmeler vardır; ancak bu kısmi ayrılık bizim süregelen önemli birlik unsurlarını görmemize engel olmamalıdır. Örneğin, 1973–74 kışındaki petrol ambargosuna her ikisi de petrol üreten ve İslam ülkesi olan İran ve Endonezya katılmamıştır. Ama Arap devletlerinin tümünün ve sadece Arap devletlerinin ambargoya katılmış olmaları bir rastlantı değildir.”
“Böylece VII. yüzyıl Arap fetihlerinin insanlık tarihinde, ta günümüze kadar önemli bir rol oynadığını görüyoruz. İşte dini ve laik etkinliğin bu eşi görülmemiş birleşimi nedeniyle bence Hz. Muhammed insanlık tarihinin en etkin tek kişisi olmaya hak kazanmıştır.”

(En Etkin 100, Michael H. Hart, Sabah kitapları, 1995)


Thomas Carlyle  , Kahramanlar isimli kitabında Hz.Muhammed(s.a.v) Efendimiz için şunları söylemektedir.

“Biz Hz. Muhammed'i peygamberlerin en önde geleni olduğu için değil, kendisinden en serbestçe söz edebileceğimiz peygamber olduğu için seçtik. O hiçbir surette peygamberle­rin en hakikisi değildir, ama bence hakiki bir peygamber­dir. Ayrıca, aramızda kimsenin Müslümanlığı kabul etmesi gibi bir tehlike bulunmadığından onun bütün iyiliklerini dosdoğru söylemek istiyorum. Onun sırrına varmanın yolu budur: Onun dünyadan ne anladığını kavramaya çalışalım. Böylece dünyanın ondan ne anladığı ve ne anlamakta olduğu daha kolay cevaplandırılabilir bir soru halini alacaktır.”
“Bu adamın (Hz. Muhammed’in) söylediği sözler bin iki yüz yıldan beri yüz seksen milyon in­sana hayat rehberi olmuştur. Bu yüz seksen milyon insan da, tıpkı bizim gibi, Tanrı tarafından yaratılmıştır. Şu anda Hz. Muhammed'in sözlerine inanan Tanrı'nın yaratıkları, başka sözlere inananlardan sayıca daha fazladır. Her şeye gücü yeten Tanrı'nın bunca yaratığının uğrunda yaşayıp öldükleri bu inancın sefil bir manevi düzenbazlık olduğunu nasıl düşünebiliriz? Ben kendi hesabıma böyle bir şeyi kabul edemem. Her şeye inanırım, fakat buna inanamam. Eğer düzenbazlık böylesine gelişmiş ve kabul görmüş olsaydı bu dünya hakkında ne düşüneceğimizi hiç bilemezdik.”
“Bu gibi düşünceler çok acınacak şeylerdir. Eğer Tanrı'nın gerçek eseri hakkında biraz bilgi edineceksek bu düşünce tarzlarını tamamen reddetmeliyiz. Onlar bir şüphecilik çağının ürünleridirler, çok talihsiz bir manevi kötürümlüğe ve insan ruhunun ölümüne delalet ederler. Bu dünyada şimdiye kadar böylesine tanrısız bir düşünce tarzının ortaya atılmış olduğunu sanmıyorum. Bir düzenbaz nasıl böyle bir düşünce tarzını kurabilir? Bir düzenbazın tuğladan bir ev kurması bile mümkün değildir! Eğer harcın, pişmiş tuğlanın ve kullandığı diğer malzemenin özelliklerini doğru bir şekilde bilmez ve inceleyemezse yaptığı şey bir ev değil, ancak bir moloz yığını olacaktır. Böyle bir yapı yüz seksen milyon kişiyi barındırmak üzere on iki asır ayakta duramaz, hemen yıkılır. Bir insanın kendini tabiat yasalarına uydurması, tabiat ve eşya ile gerçekten bütünleşmesi gerekir. Aksi halde tabiat ona, "Hayır, asla!" diye karşılık verecektir.”
“ ‘Yüce Tanrı'nın ilhamı ona zekâ bahset­miştir.’ Öyleyse her şeyden önce onu dinlemeliyiz.”
“Dolayısıyla, biz Hz. Muhammed'i asla bir batıl, bir göster­melik, zavallı ve haris bir entrikacı olarak görmek istemiyo­ruz. Onu bu şekilde düşünmemiz imkânsızdır. Getirdiği mesaj da gerçekti; bilinmez derinliklerden gelen ciddi ve belirsiz bir ses! Onun ne sözleri, ne de eserleri sahteydi. Batıl ve taklit değillerdi. Kainatın o geniş göğsünden fış­kırmış ateşten bir hayat külçesi! Dünyanın yaratıcısı ona dünyayı tutuşturmasını emretmişti. Hz. Muhammed'e yüklenen kusurlar, noksanlar, samimiyetsizlikler gerçekten ispatlana­bilmiş olsalardı bile onun hakkındaki bu temel gerçeği yıka­mazlardı.”
“Hz. Muhammed'in zengin bir dul olan Hz. Hatice'nin hizmetine nasıl girdiği ve bu hizmet nedeniyle tekrar Suriye çarşıla­rına seyahat edişi, görevini nasıl bir bağlılık ve ustalıkla yap­tığı, Hz. Hatice'nin ona olan minnettarlık ve saygısının nasıl art­tığını ve nihayet evlenmelerinin hikâyesini Arap yazarları açık ve güzel bir üslûpla anlatırlar. Bu sırada Hz. Muhammed yirmi beş yaşındaydı. Hatice ise kırk. Buna rağmen hâlâ güzel bir kadındı. Hz. Muhammed bu nikâhlı velinimetiyle sevgi ve sü­kûnet dolu bir evlilik hayatı yaşamış ve sadece onu sevmiştir. Gençlik çağlarını böylesine özel, böylesine sakin ve alçak gö­nüllü bir şekilde geçirmiş oluşu, onun bir sahtekâr olduğu te­orisini büyük ölçüde baltalar. Kırk yaşına gelinceye kadar ilâhî bir görev aldığından hiç söz etmemiştir. Kendisine yük­lenilen-gerçek veya gerçek dışı- bütün düşkünlükler, Hz. Muhammed elli yaşına geldikten ve Hatice öldükten sonra baş­lar. Buna göre, o zamana kadar Hz. Muhammed'in bütün "ihti­ras"ı dürüst bir hayat geçirmekten ibaretmiş. İyi bir şöhret ve onu tanıyanların kendisi hakkındaki iyi düşünceleri o ta­rihe kadar ona yetiyormuş. Yani, "dünya nimetlerinden ya­rarlanmak" için yaşlanmayı, gençlik ateşinin sönmesini ve dünyanın kendisine bir iç huzurundan başka verecek bir şeyi kalmamasını beklemiş ve sonra da artık tadını çıkaramayaca­ğı bir zevki elde etmek için bütün geçmişini ve karakterini inkâr edercesine sefil bir şarlatan olmuş!.. Ben kendi hesabı­ma böyle bir şeye kesinlikle inanamam.”
“Hayır! Bu parlak siyah gözlü, toplumu düşünen yüce ruhlu çöl çocuğunda şahsi ihtirasın ötesinde birçok düşünce vardı. Sessiz, yüce bir ruh. O, dürüst ve ciddi davranmaktan kaçınamayan ender insanlardandı. O samimi ol­mak üzere yaratılmıştı. Diğer insanlar birtakım kalıplar ve söylentilerle hareket eder ve bununla yetinirken, o ise kendini hazır reçetelere, birtakım kalıplara uyduramazdı. O kendi ruhu ve eşyanın gerçekliği ile baş başa kalmış bir in­sandı. Daha önce de söylediğim gibi, o büyük varoluş bilin­mezi bütün dehşet ve gösterisiyle parıldıyordu. Hiçbir söy­lenti bu sözü edilemez gerçeği ondan gizleyemezdi: "İşte ben buradayım!" Böylesi bir samimilik -biz buna samimilik adını veriyoruz- gerçekten ilâhî bir şeye sahipti.”
“Böyle bir adamın sözü, doğrudan doğruya yaratılışın özvarlığının sesiydi, insanlar bu sözü dinlerler. Dinlemelidirler de. Başka hiçbir şeyi dinle­medikleri gibi... Çünkü bundan başka her şey, bununla kı­yaslandığında boş lâftan ibarettir. Ta eskiden beri bütün kut­sal ziyaret ve seyahatlerinde bu adamda binlerce düşünce ya­şamıştır: “Ben neyim? İnsanların evren adını verdikleri, içinde yaşadığım bu sırrına varılmaz şey nedir? Hayat nedir? Ölüm nedir?” Hıra Dağı'nın, Sina Dağı'nın sarp kayalıkları, vahşi ıs­sız çöller bu sorulara hiçbir cevap vermiyordu. Mavi parıltılarla yanan yıldızlarıyla başının üzerinde sessizce uzanan o büyük gökyüzü de bunlara cevap vermiyordu. Hiçbir cevap yoktu. Bu sorulara ancak Tanrı ilhamıyla dolu olan insanın kendi ruhu cevap verebilirdi.”
“Bu devirde Hz. Muhammed'i art niyetle, şuurlu bir samimiyetsizlikle ve sırf düzenbazlıkla suçlayan bir tenkitçiyi anlamak katiyen mümkün değildir. Onu tam ve şuurlu bir düzenbazlık ortamı içinde yaşamak ve Kur'an'ı bir sahtekârın ve düzenbazın yapabileceği bir şe­kilde yazmakla suçlamak benim aklımın almayacağı bir dav­ranıştır.”
“Hakkında pek çok şey söylenmiş olmakla birlikte Hz. Muhammed zevk düşkünü bir insan değildi. Eğer onu birtakım aşağılık zevk ve duyguların, hatta herhangi bir hazzın tatmi­nini kendine gaye edinmiş adi bir zevk düşkünü olarak gö­rürsek büyük bir hataya düşmüş oluruz. Son derece sade bir ev hayatı vardı Hz. Muhammed'in! Bütün yiyip içtiği arpa ekme­ğinden ve sudan ibaretti. Bazen aylar boyu ocağında ateş yandığı olmazdı. Çoraplarını kendisinin onardığı, hırkasını kendisinin yamadığı haklı bir gururla kaydedilir. Hz. Muhammed hep çalışıp çabalayan yoksul bir adamdı, aşağılık insan­ların amaçları onu hiç ilgilendirmezdi. Bence o hiç de fena bir adam değildi! Onda herhangi bir hırstan çok daha yüce bir şeyler vardı. Yoksa yirmi üç yıl onun buyruğunda, onun­la omuz omuza dövüşen o vahşi Araplar ona böylesine saygı gösterirler miydi! Bunlar sık sık birbirleriyle çatışan, yırtıcı bir coşkunlukla birbirlerine düşen vahşi insanlardı. Gerçek bir yetenek ve yiğitliğe sahip olmayan kimse onları yönete­mezdi. Ona peygamber mi diyorlardı? Evet! Karşılarında apaçık duran, hiçbir sır perdesiyle örtülü olmayan, herkesin gözü önünde hırkasını yamayan, savaşan, görüşmelerde bu­lunan bu adama peygamber diyorlardı. Kendisine ne isim verilirse verilsin, onun nasıl bir adam olduğunu elbette ki görmüşlerdi. Başında taç bulunan hiçbir imparator kendi eliyle yamanmış bir hırka giyen bu adam kadar saygı görmemiştir. Yirmi üç yıllık çetin bir deneme boyunca ona kesinlikle itaat edilmiştir. Böyle bir imtihandan ancak gerçek bir kahraman başarıyla çıkabilir.”
“Çünkü o son bir iki yüzyıl içinde insan soyu­nun beşte birinin dini ve yol göstericisi olmuştur. Hepsinden önemlisi, İslâm, yürekten bağlanılan bir din olmuştur. Müslümanlar dinlerine gerçekten bağlıdırlar ve ona göre yaşamaya çalı­şırlar. İlk çağlardan beri hiçbir Hristiyan -belki modern çağ­lardaki İngiliz Püritenleri hariç- Müslümanlar kadar kuvvet­li bir inanca sahip olmamışlardır. Müslümanlar dinlerine yü­rekten bağlanmışlar ve onunla zamana ve sonsuzluğa mey­dan okumuşlardır. Bu gece Kahire sokaklarında bekçi, "Kim­dir o?" diye bağırdığında, yolcunun ağzından gerekli yanıtla birlikte şu sözler de çıkacaktır: "Allah'tan başka Tanrı yok­tur." "Allah-u Ekber" ve "İslam" kelimeleri bu milyonlarca Müslümanın ruhunda ve günlük hayatında derin yankılar uyandırmaktadır. Gayretli din görevlileri İslam'ı Malezyalı­lar, zenci Papualılar, vahşi putperestler arasında yayıyorlar. İyi, kötüyü yeniyor, onun yerini alıyor.”
“İslam, Arap kavmi için karanlıktan aydınlığa doğuştur. Arabistan onun sayesinde ilk defa canlılık kazanmıştır. Dün­ya yaratıldığından beri çöllerde başıboş dolaşan, kimsenin ta­nımadığı, çobanlıkla uğraşan zavallı bir kavim, inanılır bir sözle birlikte gökten gönderilen bir peygamber - kahramana kavuşuyor. Kimsenin tanımadığı kavim, bütün dünyaya ün salıyor, dünya çapında büyüyor ve Arabistan bir yandan Granada'ya, öte yandan Delhi'ye kadar uzanıyor. Çevresine cesaret, ihtişam ve deha ışıkları saçarak yüzyıllar boyu dünyanın büyük bir kesimi üzerinde bir güneş gibi parıldıyor. Çünkü inanç, büyük, hayat veren bir şeydir. Bir kavim, inanç sahibi olursa verimli, yüceltici bir tarihe kavuşur. Bu Araplar, bu Hz. Muhammed denen insan ve o bir tek asır; değer­siz, kara bir kum yığınından ibaret görünen bir ülkeye düşen bir kıvılcımdan, bir tek kıvılcımdan başka ne olabilir bu? Ama hayır! Bu kum yığınının gerçekte bir barut yığını oldu­ğu anlaşılmıştır. Delhi'den ta Granada'ya kadar gökleri tu­tuşturan bir patlayıcı madde yığını!”
“Daha önce de söylemiştim: Büyük Adam, daima gökten inen bir şimşektir. Bütün insanlar onu yakılmaya hazır şey­ler gibi bekler ve o gelince de hep birden tutuşmuşlardır.”

(Kahramanlar, Thomas Carlyle, Beyaz Balina, 2000)


 Maxime Rodinson , Muhammed isimli kitabının Doruk bölümünde, Peygamber Efendimizi övüyor , ve onu bir deha olarak görüyor. Yazısına şöyle devam ediyor...


“Hz. Muhammed bir dinsel deha, büyük bir siyasi düşünür ve sizin, benim gibi bir insandı. Bunlar üç ayrı düzeydeki şeyler değildi, bunlar bütünsel bir kişiliğin üç yönüydü ve ancak dikkatli bir çözümlemeyle ayrı olarak görülebilirdi. Yaptığı ya da söylediği her şey onun bu yönlerine ilişkin bir şeyler barındırıyordu.”
“Hz. Muhammed'in ilk mesajlarının dikkatle incelenmesine, bu ilk mesajları önceleyen ya da eşlik eden şüphe ve umutsuzluk buhranlarıyla ilgili söylentiler de eklendiğinde bu, onlarda soğukkanlılıkla hesaplanmış ve ihtiras ya da insan sevgisinin etkisiyle amansızca uygulanmış bir planın tezahürlerini gören teorilere karşı ancak şüpheci bir yaklaşım üretebilir. Bu söylentiler, gerçekten de samimi görünüyor. Hz. Muhammed'e daima doğaüstü alemde bir yer bulmak için çırpınan bu metinler, onu böylesine insani gösteren çizgileri meydana getirmiş olamaz. Kısacası, samimi bir Hz. Muhammed'i açıklamak, gerçek dışı bir Hz. Muhammed'i açıklamaktan çok daha kolaydır.”
“Kısaca, Hz. Muhammed'e bağlananlar, o zamanki Mekke'nin en özgür düşünceli insanlarıdır. Bu bağlanışta, yeni doktrinin dini üslubunun belirleyici rol oynadığı kesindir. Fakat bu kimseleri yeni dine taraftar olmaya yönelten şeyin, Mekke toplumunun yönetici tabakalarında hakim olan konformist anlayışa karşı takındıkları özgür düşünceli tavır olduğundan kuşku yoktur. Söz konusu özgür düşüncelilik ise yeni yetmelik çağında ortaya çıkan orijinallik merakı, dış çevrelerle sürekli ilişki hali, Mekke'nin toplumsal yapısından az çok kopmuşluk, güç sahiplerini ve onların değer sistemini eleştirmeye sürükleyen ahlaki öfke, ihtiras ya da sadece özel psikolojik yetenekler gibi, kişiden kişiye değişen nedenlerden ileri gelir. Bu bakımdan da, yukarıda ifade ettiğimiz toplumsal ve ideolojik bunalımın söz konusu kişiler tarafından az çok karışık şekilde de olsa farkındalığına bağlıdır. Sanıyoruz en son tahlilde, işte bunun içindir ki bu kimseler, bu krizin derin bir yankısı olan Hz. Muhammed'in mesajına gönülden bağlanmışlardır.”
“Bütün bu olaylar sırasında emirler de bir yandan inmeye devam ediyor ve yeni bir doktrin yavaş yavaş vücut buluyordu. Çok geçmeden, bütün dünyaya yayılacak ve yepyeni bir şekil verecek olan bir inanç, cehennemî bir kavgaya girişmiş uygar dünyanın kıyısında kalan bu küçük şehirde, zar zor da olsa gelişiyordu. Bununla birlikte, bütün her şey bir tek adamın beyninde oluşur. Ne var ki, bütün bir dünyanın sorunları kımıldayıp yankılanır bu beyinde ve öylesine tarihi şartlar bir araya gelmiş durumdadır ki, bu tek adamın zihinsel çabası tüm Arabistan'ı, sonra da tüm evreni alt üst edecektir.”
“Bütün bunlardan Hz.Muhammed’in söz konusu ayetleri icat ettiği, kendi arzularının ifadesini ALLAH’ın ağzına yerleştirdiği ve dolayısıyla da -haşa- sahtekâr biri olduğu sonucu çıkarmak doğru mudur? Bence hayır!”
“Ebedi gerçekleri bildirmekle yükümlü olan peygamber, aynı zamanda Medine'de, keskin görüşlü, usta; sabırlı, heyecanlarını gemlemesini bilen, gerektiğinde uzun süre beklemesini beceren ve sırası geldiği zaman darbesini derhal indiren müthiş bir siyaset adamı olarak ortaya çıkmıştı. Allah'ın kendisini destekleyişine bağladığı bu yeteneğinin yanı sıra, bir savaş planını akıllıca seçip mücadelenin gerektirdiği kararları o saat almasını bilen mükemmel bir asker olduğunu da ispatlamıştı.”
“Peygamberin, siyasi stratejide olduğu kadar, askeri stratejide de büyük yetenek sahibi olduğu anlaşılıyor. Savaş sırasında her türlü kurnazlığa ve taktiğe başvurduğunu görüyoruz. Bunlar arasında en bayıldığı oyun, kuvvetlerini daima, gerçek hedeflerinden değişik bir hedefe doğru yola çıkarmaktır. "Savaş kurnazlıktan ibarettir." sözü ona atfedilmektedir.”
“Ancak İslam peygamberinin henüz işi bitmemişti. Bütün insanlar, arkalarında bir isim bırakmak ve ölümsüzlüğe ulaşmak için çırpınır. İdeoloji kurucularıyla devlet kurucuları bu yarışta herkesten daha şanslıdırlar. Tarih onların eylemleriyle ve düşünceleriyle doludur. Hz. Muhammed, hem bir ideoloji, hem de bir devlet kurucusuydu. İsa ile Şarlman, O'nda tek ve aynı varlık haline gelmiş gibidir. Evet, yaşamı sona ermişti. Zaferi ise yeni başlıyordu.”
“Sıradan kervan güdücüsü Hz.Muhammed'in, Mekke'deki evinde birkaç fakiri toplayıp fikirlerini aşılamaya koyulduğu tarihten bir yüzyıl sonra aynı Hz. Muhammed'in torunları, Loire'dan İndüs kıyılarına, Poitiers'den Semerkand'a uzanan bir dünyaya kuman­da etmekteydiler.”
“Hz. Muhammed'in zihni dünyası, kendini, köylünün kafasına olduğu kadar, devrin adamının ya da filozofun kafasına da doğrudan doğruya ve en dolaysız tarzda kabul ettirmektedir.”
“İnsan sadece ekmekle yaşamaz. Yaşayabilmesi için insana, hiç olmazsa dünyadaki yeri ve rolü hakkında birkaç yönetici düşünce, yaşayışını düzenleyecek birkaç kural gereklidir. İnsan kitlelerine işte bu düşünce ve kurallardan kurulu doyurucu bir sistemi, modern ideologlardan çok daha önce din reformcuları ve peygamberler sunmuş bulunmaktadır. Modern müminler (tabii bu arada Müslümanlar da) dinlerinde sadece ahlâki değer taşıyan buyrukları göz önüne alarak fikirleri ancak ikinci derece­den önemli birer sembol gibi saymak eğilimindedirler. Onların da haksızlığa karşı öfkesi bizim gibi olduğundan ötürü, en başta düşüncelerin kökenlerini ve onların hayat bulduğu dönemin koşullarıyla olan ilişkisini inceleme üzerinde yoğunlaşanlar, evrensel olan ve özgül olarak kavranabilecek ve sonuç olarak büyük ölçüde zamana, mekâna ve toplumsal arka plana bağlı olan ahlâki öğretinin bu yönünün ele alınmasını sıradan ve önemsiz bulma eğilimindedirler.”
“Modern Müslümanlar için Hz. Muhammed, her şeyden önce, kendilerine adaletli, dürüst ve iyi olmalarını emreden adamdır. Bu görüş açısını da değerlendirmek gerekiyor. Gerçi bu isteğin tarih boyunca sık sık, kurulu düzene uymayı, dolayısıyla da adaletsizliğe boyun eğmeyi mazur göster­meye yaradığını ispatlayabiliriz. Bugün artık daha açık, akıl dışı tabulara daha az bağlı bir ahlâk anlayışını tercih ettiğimiz, özel­likle de bize mitolojik görünen fikirleri geçersiz saydığımız da doğrudur. Fakat unutmayalım ki, bizim o daha açık görüşlü ahlâkımız ve dünya hakkındaki doğru düşüncelerimiz; adalete, barışa, nispeten doğru dürüst bir ömür sürebilmek için en ilkel direktiflere ve şu fani hayatlarına bir anlam kazandıran basit fikirlere susamış büyük kitlelere yüzyıllar boyunca ulaşamamıştı. Kaldı ki, bizzat bizler şu kendi çağımızda en açık prensiplerden ve en bilimsel şekilde işlenmiş en doğru verilerden yola çıkarak doğup gelişen ideolojilerin de, çok geçmeden kendi haksızlıklarını ve kendi darlıklarını yarattığını gördük.”
“Demek ki, milyonlarca insana hayat nedeni sunmuş olan ve -gelecek hakkında küçük bir tahminde bulunmamıza izin veri­lirse- daha da uzun bir süre, belki değişik bir şekilde, gene mil­yonlarca insana hayat nedeni sunmaya devam edecek olan geçmişin ideolojilerine karşı bunca sert ve kibirli davranmaya pek öyle hakkımız yoktur. Tam tersine, bu derece önemli bir rol oynamış sistemlerin kurucularının ve bu arada Hz. Muhammed'in büyüklüğünü açık yürekle kabul etmemiz gerekiyor.”
“Sıradan insanlar ona saygı duyar ve itaat ederdi. Adı şu övgü sözleri olmadan anılmaz ve yazılmazdı: "Allah'ın lütfu ve huzuru onun üzerine olsun." İnsanlar onun adıyla ant içerler. Çoğu onun yemediği yiyecekleri yemekten kaçınır. Doğu bilimci Edward W. Lane bir gün Kahire pazarında dolaşırken çok hoş nargile kapları görerek hayran olur. Çömlekçiye bunları yapanın neden damgasını üzerine basmadığını sorar. ‘Allah korusun!’ diye yanıtlar kapları yapan çömlekçi. ‘Benim adım Ahmet. (Peygambere atfedilen isimlerden biri.) Onu ateşe koymamı ister misin?’”
“Hristiyanlık O'nda, kötülük ve şehvet düşkünü baş düşmanını, İslam ise mahlûkların en mükemmelini göredursun, dine inanmayan birtakım başka adamlar, O'nda, kendileri gibi düşünen ve eyleyen bir insan bulmaya çalışacaklardır. XVIII. yüzyılın başlarında Boulainvilliers, akla uygun bir din kurmuş olan özgür düşünceli bir insan olarak selamlamaktadır Hz. Muhammed'i. Bütün on sekizinci yüzyılın gözünde Hz. Muhammed, doğa ve akıl dininin peygamberidir. Ve Goethe, Muhammed'e hasrettiği enfes bir şiirinde, deha sahibi insanın en mükemmel örneği olarak gördüğü peygamberi, derelerin ve çayların denize ulaşmak için kendisinden yardım beklediği koca bir ırmağa benzetmektedir.”
“Ve böylece taşıdı,
Hepsi neşeyle kaynaşan
Kardeşlerini, hazinelerini, çocuklarını
Onları bekleyen Babalarının koynuna.”
Carlyle'a göre, tanrısal bir özelliğe sahip olan bu büyük ruh, insanlığın en önde gelen kahramanları arasında yer almaktadır. Edebiyatçıların ardından bilginler el uzatmıştır Hz. Muhammed'e. Kaynaklara inerek ve gittikçe daha derinden didik didik ettikleri Arap tarihçilerine dayanarak, Peygamberin biyografisini kurup çıkarmışlardır. XIV. yüzyıl Arap tarihi uzmanı Hubert Grimme, O'nu, zenginleri ürküterek onaylarını almak için gelişigüzel uydurduğu bir "mitoloji"nin yardımıyla mali ve sosyal bir refor­mu geçirmiş olan bir sosyalist görmektedir. Çoğu şarkiyatçılar, yargılarında dikkatli davranarak, Hz. Muhammed'in dini şevkini ön plana çıkarırken, tarihi kaynakların büyük bilgini Belçikalı Cizvit rahibi Henri Lammens'in kindarlığı, Peygamberin samimiyetini inkâra kadar götürmeye varmaktadır. Sovyet bilginleri gerici mi, ilerici mi olduğunu hararetle tartışmakta; öte yandan Arap ülke­lerindeki milliyetçiler, sosyalistler ve hatta komünistler, O'nu bir öncü olarak sahiplenmektedirler.”

(Muhammed, Maxime Rodinson, Doruk, 2008)



İslam Peygamberinin Biyografisi, Karen Armstrong tarafından yazılmış bir kitaptır ve bu kitapta Peygamber Efendimizin İslamiyeti yaymaya başladığı andan bahsederken '' Sözü Yaymaya başladığında'' diyerek dinimizi bir söz olarak nitelendirmektedir. Yazısı şöyle devam eder...


“Hazreti Muhammed Mekke'de Söz'ü yaymaya başladığında bütün Arabistan kronik bir karmaşa içindeydi. Yarımadadaki tüm Bedevi kabilelerinin kendilerine ait kanunları vardı ve her biri diğeriyle savaş halindeydi. Arapların birleşmesi imkânsız gibi görünüyordu ve bu da, dünya sahnesin­deki yerlerini almalarına izin verecek bir uygarlık kura­mayacakları anlamına geliyordu. Hicaz tam anlamıyla vahşi bir barbarlık görüntüsündeydi ve medeniyetten nasibini almamıştı. Ama yirmi üç yıl sonra Hazreti Muhammed 08 Haziran 632'de öldüğünde, neredeyse tüm kabileleri yeni bir Müslüman toplum olarak birleştirmeyi başarmıştı. Doğru, bu belirsiz bir dönemdi. Hazreti Muhammed'in de bildiği gibi birçok Bedevi, gizlice eski putperestlik inancına bağlıydı. Ama bütün zorluklara rağmen, bu Arap birliği varlığını sürdürmeyi başardı. Hazreti Muhammed büyük politik becerilere sahipti: İnsanlarının durumunu tamamen değiştirmiş, onları şiddetin ve kavganın verimsizliğinden kurtarmış, hepsine yeni ve gururlu bir kimlik kazandırmıştı. Artık yeni eşsiz kültürlerini kurmaya hazırlardı ve Hazreti Muhammed'in yaydığı öğreti yüz yıl içinde inanılmaz bir gücü serbest bırakarak Cebelitarık'tan Himalayalar'a kadar tüm Arapları etkisi altına almıştı.”
“Hazreti Muhammed, politik olanların yanı sıra güçlü ruhsal yeteneklere de sahipti -ikisini genellikle aynı insanda bulamazsınız- ve tüm dindar insanların iyi ve adil bir toplum meydana getirmekten sorumlu olduğuna kesinlikle inanıyordu. Buna karşılık, öfkeden kendini kaybedebilir, uzlaşmaya yanaşmayabilirdi, ama aynı zamanda şefkatli, kırılgan ve son derece nazik bir insandı. İncil'i okuduğunuzda, İncil’in güldüğü bir sahneye rastlayamazsınız, ama Hazreti Muhammed'in sık sık gülümsediğini, kendisine en yakın kişilerle ve ailesinden insanlarla zaman za­man şakalaştığını görebilirsiniz. Tarihsel kayıtlarda onu çocuklarla oynarken, eşleriyle tartışırken, bir dostu öldüğünde acıyla ağlarken, sevinçten sarhoş ol­muş herhangi bir baba gibi yeni doğmuş oğlunu gu­rurla etrafındakilere gösterirken görebiliriz.”
“Hz. Muhammed'in başarısının en önemli yönlerin­den biri, izolasyondu. Musevilik ve Hristiyanlık dinlerinden haberi vardı ama bilgisi çok sınırlıydı. İsrailoğuIları'nın peygamberlerinin aksine, Hz. Muhammed, kendi ivmesine, görüşlerine sahip, asırlar boyunca biçimlenmiş ahlak değerleri sunabilecek kurulu bir geleneğin desteğiyle tek tanrıcı bir çözüme yönelik çalışmıyordu. İsa ve Aziz Pavlos, Musevilik ile yetişmişlerdi ve ilk Hristiyanlar, sinagoglarda tek Tanrı'ya taparak yetişmiş Museviler idi. Hristiyanlık, Musevi toplumların yolu açtığı ve putperest zihinleri hazırladığı Roma İmparatorluğu’nda kök salmıştı. Ama Hz. Muhammed, tamamen sıfırdan başlamak ve radikal tek tanrıcı inanç sistemini oluşturmak için tek başına mücadele etmek zorundaydı. Görevine başladığında, dışarıdan bakan biri ona kesinlikle şans vermezdi. Araplar kesinlikle tek tanrıcılığa hazır görünmüyordu; bu sofistike vizyon için yeterince gelişmemişlerdi. Aslında, bu şiddet eğilimli, ürkütücü toplum içinde böyle bir kavramı yaygın biçimde tanıtmak, olağanüstü tehlike­li bir işti ve Hz. Muhammed bu girişiminden sağ kurtulursa bile yeterince şanslı sayılırdı.”
“Gerçekten de Hz. Muhammed sürekli bir ölümcül tehlike altındaydı ve hayatta kalması mucizeydi. Yine de başardı. Hayatının sonuna geldiğinde, kabileler arasındaki şiddetin kronik köklerini baltalamayı ba­şarmıştı ve putperestlik artık endişe kaynağı olmak­tan çıkmıştı. Araplar artık tarihlerinde yeni bir sayfa açmaya hazırdı.”
“Ama Hz. Muhammed yirmi beş yaşına geldiğinde, bu bü­yüklüğüyle ilgili hâlâ çok az işaret vardı; hatta çok becerikli bir genç adam olmasına rağmen Mekke'de, "gü­venilir olan" anlamında, “El-Emin” adıyla tanınıyordu: Hayatı boyunca insanlarda hep güven uyandırmıştı. Ya­kışıklı, gürbüz, güçlü vücutlu ve orta boyluydu. Saçları ve sakalı gür, kıvırcıktı ve bütün kaynaklarda belirtil­diği gibi, son derece çarpıcı ve aydınlık bir yüzü vardı. Kesin tavırlı, yürekli bir gençti; ne yaparsa yapsın, tüm dikkatini yaptığı işe verirdi ve vücudunun duruşundan da bunu belli ederdi. Giysisi dikenlere takılsa bile asla omuzunun üzerinden bakmazdı; sonraki yıllarda onunla birlikte yürüyenler arkasında rahatlıkla gülüşüp şakalaşabilir, asla dönüp onlara bakmayacağını bilirlerdi. Biriyle konuşurken asla vücudunun bir kısmıyla değil, daima bütünüyle döner ve yüz yüze konuşurdu. Tokalaştığında asla elini karşısındakinden önce çekmezdi. Amcaları onun iyi bir askeri eğitim almasını sağlamış­lardı; bu yüzden becerikli bir okçu, yetkin bir kılıç ada­mı ve güçlü bir güreşçiydi.”
“Ona inanan ilk insanların çoğunun Mekke'deki ezilenler olması şaşırtıcı değildi; kö­leler ve kadınlar, bu yeni dinin kendilerine bir umut ışı­ğı olabileceğini hemen anlamışlardı. Göreceğimiz gibi, daha sonraları daha zengin kabilelerden de İslam dinine girenler oldu ama en güçlü ve aristokrat Kureyşliler uzak kaldılar. Müslümanlar Kâbe’de toplandıklarında, büyük Abdülmuttalib’in torununun bir araya gelmeyi sevdiği ayak takımına küçümseyerek bakıyorlardı. İslam daha da güçlendiğinde, Hz. Muhammed'in en yakın yan­daşları üst sınıf zengin Müslümanlar değil, Kureyş'in da­ha yoksul kabilelerinden gelen kişilerdi. Bunların hiçbiri kişisel tercih meselesi değildi. Hz. Muhammed ilk Müs­lümanlar için bir örnek oluşturması gerektiğini ve Al­lah'ın adaletsizlikten ve sömürüden nefret ettiğini bili­yordu. Tanrı’nın iradesini yansıtan saygın bir toplum, ta­mamen eşitlikçi bir yaşam tarzı geliştirmeliydi.”
“Hz. Muhammed artık tanınan biri olmuştu. Yıllar sü­ren zulüm ve yenilgilerin ardından, artık kendi ülkesinde kabul görmeyen bir peygamberdi. Bu, Hristiyan gelenekleriyle yetişmiş olan bizler için anlaşılması ve ka­bullenilmesi kolay bir imajdır. Ama Hicret'ten sonra Hz. Muhammed gerek ruhsal ve gerekse politik anlam­da muazzam bir başarıya kavuşmuştur ki bu da Hristiyan Batılı'nın onun peygamberlik yaşamıyla ilgili her zaman şüphesini çekmiştir. Sadece Arabistan'ı değil, tüm dünya tarihini değiştirmiş zeki ve karizmatik bir politik lider olduğundan, Avrupa'daki eleştirmenler onun dini, güç için kullanan birisi olduğunu söy­lemişlerdir. Hristiyan dünyasında çarmıha gerilmiş ve kendi krallığının bu dünyada olmadığını söyleyen bir Isa figürü hakim olduğundan, başarısızlığı ve aşağılan­mayı bir dinî liderin en önemli özelliği olarak görmeye alışmışızdır. Ruhsal kahramanlarımızın dünyevi anlamda muhteşem başarılar kazanmasını beklemeyiz.”
“Belirttiğimiz gibi, Hristiyan geleneklerinde, politik faaliyetleri dinî yaşamın dışında tutmak gibi bir eğilim vardır; Hristiyanlar, dünyevi başarıları genellikle ruh­sal zaferler olarak görmemektedirler. Avrupa'da, Kilise'yi ve devleti ayıran bir ideal geliştirdik ve sık sık, te­melde ayrı olarak algıladığımız bu iki alanı birleştiren İslam inancını suçladık. Ama Hristiyan deneyimi, bize farklı şartlar içinde oluşup gelişen diğer kültürel ve dinî geleneklere ön yargıyla yaklaşma hakkını vermez. Hz. Muhammed yeni dini insanlarına getirdiğinde, Arabis­tan uygar dünyanın dışındaydı ve gerek politik gerekse sosyal yapısı yıkılmak üzereydi. Öte yandan, Hristiyan­lık, şiddet uygulanarak korunsa bile belli bir barış ve sosyal güvenlik ortamının sürdüğü güçlü Roma İmpara­torluğunda doğmuştu. İsa ve Aziz Pavlos, sosyal ve po­litik düzen için endişelenmek zorunda değillerdi, çünkü zaten böyle bir gerek yoktu. Gerçekten de, Pavlos'un uzun misyoner yolculukları, pax Romana dışında imkânsız olurdu; Arabistan'da koruma altında olmayan bir adam sokakta kim vurduya giderdi. Hristiyanlık dör­düncü yüzyılda imparatorluğun resmi dini haline geldi, ama yeni Hristiyanlık kurumu, tamamen yeni bir poli­tik düzen kurması gerektiğini düşünmüyordu; sadece eski Roma kanunlarını ve kurumlarını vaftiz etmeleri yetmişti. Dolayısıyla politika, hâlâ farklı bir arenaydı.”
“Diğer yandan, peçe veya örtünme şartı, Hz. Muhammed'in eşlerini aşağılamak için değil, tam aksine, yüceltmek için getirilen bir protokoldü. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, eşleri çok güçlü insanlar haline geldiler: Dinsel konularda saygı duyulan otoritelerdi ve sık sık Hz. Muhammed'in sünnetleri ya da görüşleri hakkında onlara danışılırdı.”
“İslam kültürü son derece eşitlikçiydi ve Peygamber’inin bu şekilde onurlandırılarak seçkin kılınması uygun görülmüyordu. Dolayısıyla ilk örtünen Müslüman kadınlar, bunu bir güç ve etki simgesi olarak görmüşlerdi, erkek baskıcılığının bir rozeti olarak değil. Haçlıların eşleri Müslüman kadınlara gösterilen saygıya tanık olduklarında, kendi erkeklerine de aynı saygı kavramını öğretmek amacıyla peçe giymeye ve örtünmeye başladılar. Ancak, başka bir kültürdeki sembolleri ve uygulamaları anlamak daima zordur. Avrupa'da, eski sömürgelerimizdeki diğer kültürleri sık sık yanlış anladığımızı ve onlara zarar verdiğimizi ancak yeni yeni anlamaya başlıyoruz. Çoğu din, erkeklere önem vermiş ve erkek temelli yapılar geliştirmiştir. Ama İslam'ın bu konuda hepsinden daha katı olduğunu düşünmek yanlıştır. Ör­neğin Orta Çağ'da durum bunun tam tersiydi: Müslü­manlar, Batılı Hristiyanların kadınlarına davranışları­nı gördüklerinde dehşete kapılıyorlardı. Üstelik Hristi­yan aydınlar, kölelere ve kadınlara çok fazla özgürlük ve değer verdikleri için Müslümanları eleştiriyorlardı. Bugün birçok Müslüman kadın kapandığı zaman bu­nun nedeni katı bir din tarafından beyinlerinin yıkanması değil, bunun kendi kültürel kökenlerine bir dönüş olarak algılamalarındandır. Bu, diğer uluslara kendi geleneklerini kendilerinden daha iyi anladığını iddia eden Batılı Emperyalizm'e karşı bir reddediştir!”
“Özellikle çocuklar ona bayılıyordu. Bir araya geldiklerinde çocukları kucağına alıp ve öpüyordu. Bir seferden döndüğünde, çocukların onu karşılayıp bir zafer alayı şeklinde vahaya getirmesi gelenek haline gelmişti.”
“Hz. Muhammed 622 yılında Hicret ettiğinde, küçük İslam toplumu politik güce doğru ilk adımını atmıştı: On yıl sonra neredeyse tüm Arabistan'ı hâkimiyeti altına almıştı ve Müslümanların bin yıldan uzun süre ayakta kalacak dev bir imparatorluk kurması için gerekli te­melleri atmıştı. Bu politik başarı, sürekli bir çaba ve ge­rilim gerektirmiş, Medine'de geçen yıllar insan toplu­munu Tanrı'nın ilahi planına göre yeniden yapılandır­manın ne kadar zor ve tehlikeli olabileceğini göstermiş­ti. Hz. Muhammed sözlerle açıklanması zor “İlahi Kelam”ı almış, bazen ilahi etkinin ağırlığı altında ezilmişti. “Tanrı Kelamı”nı insan toplu­muna uygulamaya çalışmak Müslümanların da dayanıklılık ve algı sınırlarını zorlamış, hatta bazen umutsuzluğa kapılmış ve Hz. Muhammed'i tamamen terk etmenin eşiğine gelmişlerdi. Ama başarısı, sıra dışı ve tartışma­lı politikalarının en güçlü savunucusu olmuştu. Hz. Muhammed Bedir'de savaşma, Musevi kabilelerini kov­ma ya da yok etme veya Hudeybiye'deki anlaşmayı yap­ma kararını verdiğinde, doğrudan Tanrı'dan vahiy ya da ilham alma­mış, istişare etmiş ve kendi zekâsını kullanmıştı.”
“Kur’an Müslümanların kendi doğal sağ­duyularını bir kenara atmalarını veya arkalarına yas­lanıp Tanrı'nın bir mucize yaratarak onları kurtarması­nı beklemelerini önermiyordu. İslam dini, insan zekâsının ve ilahi yardımın omuz omuza çalışması gerektiğini savunan gerçekçi bir inanç sistemiydi. 632 yılına gelin­diğinde, Tanrı'nın isteği Arabistan'da gerçekleşecek gi­bi görünüyordu. Kendisinden önceki birçok peygamberin aksine, Hz. Muhammed sadece erkek ve kadınlara bireysel bağlamda yeni bir kişisel umut görüşü getirmemiş, aynı zamanda insan tarihini düzeltmek ve insa­noğlunun gerçek potansiyelini ortaya koyabileceği adil bir toplum meydana getirmek görevini de üstlenmişti. Dolayısıy­la Medine'deki Müslüman toplumun başarısı, İslam di­ni için kutsal bir görev haline gelmişti; bu olağanüstü başarı, Tanrı'nın aramızdaki görünmez varlığının bir kanıtıydı. Politik faaliyetler kutsal bir sorumluluk ol­maya devam edecekti ve Müslüman imparatorluğunun daha sonraki başarısı da insanoğlunun kendini topyekûn kurtarabileceğinin bir delili olacaktı.”
“İncil'deki İsa'nın yaptığı gibi dağlarda vaazlar vererek ve şifa dağıtarak dolaşmak yerine, Hz. Muhammed top­lumunu yeniden biçimlendirmek için zorlu bir politik mücadelenin ortasına atılmış, ona inananlar da bu mü­cadeleyi sürdürmüşlerdi. Bütün çabalarını Roma İmparatorluğu'ndaki gibi kendi bireysel yaşamlarını yeniden yapılandırmak üzere kullanmak yerine, Hz. Muhammed ve yandaşları toplumlarına ruhsal ve ahlaki gelişim geti­rebilecek toplu bir kurtarma operasyonuna girişmişlerdi. Kur’an, kişinin bireysel yazgısının her şeyden daha önemli olduğunu ve Müslümanların sosyal görevlerinin üzerine çıktığını vurgulamaktadır. Tarih ve politik faali­yetler asla kendi başlarına akan olaylar değildir; tam ak­sine, ilahi düzen tarafından yönlendirilmektedir. Bireyin sonsuz yazgısı, sosyal reformdan çok daha önemlidir ve Kur’an'daki Son Yargı, Cennet ve Cehennem kavramları bunu açıkça göstermektedir. Kur’an bununla kendini Arabistan'da yeni yeni hissettirmeye başlayan yeni bi­reysellik ruhuna karşılık vermektedir ve sosyal yasaları da bu endişeyi yansıtmaktadır. Kabile sisteminin gerile­mesine rağmen, eski komün idealleri hâlâ normları oluş­turuyordu ve bunun farkında olan Hz. Muhammed, bi­zim Batılı liberal ideallerimizi doğrudan uygulamaya ko­yamazdı; ama en azından bir başlangıç yapmıştı. Ama sonsuz kan davaları ve sömürüler Arabistan'da devam ettiği sürece, bireysel kurtuluş mümkün olamazdı, çün­kü soysuzlaşmış, ahlaksızlaşmış bir toplum düzeni kaçı­nılmaz bir şekilde ahlaksızlıkları, kötülükleri ve umut­suzluğu beslerdi. Dolayısıyla yedinci yüzyılın başlarında Arabistan'daki şartlar, bireysel olduğu kadar sosyal bir kurtuluş planını da gerektiriyordu.”
“Hz. Muhammed, Medine'de güçlü ve çevresel kaos­tan etkilenmeyen bir toplum meydana getirmeyi başarmıştı. Di­ğer kabileler de onlara katılmaya başlıyordu, ama he­nüz dinî vizyonlarını paylaşmaya hazır değillerdi. Eğer Müslüman toplum ayakta kalmak istiyorsa, gücünü ko­rumak zorundaydı, ama Hz. Muhammed'in öncelikli amacı politik bir güç değil, iyi bir toplum meydana getirmekti.”
“Hz. Muhammed'in başarısı, Kur’an'ın bu düzeni reddeden toplumların yok olmaya mahkûm olduğu yö­nündeki iddiasını doğrulamaktadır. Ama mücadele he­nüz bitmemişti. Müslümanlar Tebük'ten döndüklerin­de, bazıları kılıçlarını bir kenara atmışlardı, ama Hz. Muhammed onlara mücadelenin henüz bitmediğini, yeni bir çabaya hazır olmaları gerektiğini söylemişti. Tanrı'nın insan tarihindeki isteğini gerçekleştirme mücadelesi asla bitmeyecekti; daima üstesinden gelin­mesi gereken yeni tehlikeler, aşılması gereken yeni so­runlar olacaktı. Müslümanlar bazen savaşmak zorun­da kalacaklardı; diğer zamanlarda ise barış içinde ya­şayabilirlerdi. Ama bireysellik kavramıyla birlikte in­sanlık tarihini de yeniden yapılandırmak için dev bir projeye başlamışlardı ve Müslümanlar bugüne kadar bu projeyi fazlasıyla ciddiye almışlardır.”
“Taif’in istemeden teslim olması, birçok Arap'ın hâ­lâ yeni düzeni kabullenmekte gönülsüz olduğunu gös­teriyordu. Bedevi müttefiklerin Hz. Muhammed'e karşı sadakatleri sadece yüzeyseldi ama yine de, ne yapmaya çalıştığını her zaman anlayamasalar da, mesajın özünü kavradıklarını zaman içinde gösterecek olan sadık Müslümanlardan oluşan bir çekirdek grup meydana getirmeyi başarmıştı. Ebu Bekir, Ömer ve Os­man İbni Affan, evlilik yoluyla Peygamberin akraba­ları olmuşlardı ve bu da yeni ruhsal yakınlıklarını mühürlüyordu. Dinin bir öncelik olduğunu hepsi anlı­yordu: Araplar öncelikle İslam'ın beş "sütununu" uy­gulayarak kendilerini değiştirmeli ve Tanrı'yı hayat­larının merkezi haline getirmeli, bunu yaparken de toplumun daha zayıf üyelerini korumalıydılar.”

(Karen Armstrong, İslam Peygamberinin Biyografisi Hz. Muhammed, Koridor, 2005)


Anne - Marie Delcambre isimli yazarın kaleminden çıkan ''Allah'ın Resulü Hazreti Muhammed'' adlı kitap büyük ilgi görmüş ve yazarını üne kavuşturmuştur. Kitabının bir bölümünde Kainatın Efendisi İçin şunları söylemektedir.


“İslam Peygamberi hakkında Avrupa'da ortaya atılmış fikirlerin ne olduğunu hatırlatmak, sadece haklı bir meraka cevap vermek değildir, aynı zamanda gayri müslimlerin, öneminden korktukları bir din konusun­da kafalarını kurcalayıp duran çok sayıda sorunu da ortaya koymaktır. Hristiyan Avrupa'nın Hz. Muhammed hakkında sahip olduğu fikirler, gerçekten amacından saptırılmış bir görüntüyü yansıtmaktadır.”
“Batı’da Hz. Muhammed hakkında yazan sözlük ve ansiklopedi yazarlarının hepsinin, farklı nedenlerden dolayı, ona kesin biçimde düşman olduklarını saptamak oldukça şaşırtıcıdır.”

(Anne Marie Delcambre, Allah Resulü Hazreti Muhammed, YKY, 2001)



Kaynak : Resulallah.org

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder